“Yaratılış baştanbaşa lütuf ve ihsandır”
2 aylık düşünce dergisi olan Teklif ‘te (Eylül 2022 / Sayı 5) çıkan Prof. Dr. Ömer Türker‘in ‘Adalet Üzerine‘ başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki, o yazının üçüncü sayfasının sonlarındaki bir cümlenin son kısmı alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmektedir) oluşturacak bu yazıyı.
“Adalet kelimesi, gündelik dildeki müphem anlamından çeşitli bilim dallarındaki dakik açıklamalarına varıncaya dek oldukça geniş bir kullanım alanına sahiptir. (…) Kelimenin en geniş ve temel anlamı, ilâhiyat sahasında görülür. Metafizikçi filozoflar adaleti, her bir mevcudun kendi kabiliyetine göre varlıktan pay alması anlamında kullanır. Buna göre Tanrı’dan gelen varlık anlamı, tüm mevcutlara onların kabiliyetlerine uygun şekilde yani hak ettikleri miktarda dağılır, böylece her şey kendi hak ettiği yere konulmuş olur. Dolayısıyla da âlemdeki düzen, olmuş ve olabilecek en âdil düzendir. (…)”
“Matematiksel varlık seviyesinde nispet (oran) ve bununla ilişkili tüm kavramlar; fiziksel seviyede itidal ve bununla ilişkili tüm kavramlar muhtelif öbeklerdir. İnsânî varlık seviyesi bir yönden fiziksel, bir yönden aklî varlık seviyesini ihtiva ettiğinden, bu seviyede adalet, alınan payın itidal ve tenasübünü gerektirir. İtidal ve tenasübün kavranması bilgiyi, gerçekleştirilmesi ise arzuları bilgi doğrultusunda yönlendiren bir irade ve bilginin nesnesini var eden kudreti gerektirdiğinden insanda parçalı olarak bulunan akıl, şehvet, irade ve kudret uyumu adaleti doğurur. Aksi halde zulüm ortaya çıkar. Bu sebeple adalet zıddını fizik, matematik ve metafizik varlıkta değil, insânî varlıkta bulur. Fakat insânî seviyede ortaya çıkan zulüm, mevcutların bütününü kuşatan ilâhî adaletin alt kümesi olarak tahakkuk eder. Zira zulmün kendinde varlığı yoktur, adaletin mutlak kuşatıcılığının bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan birey, aile ve toplum düzeyindeki yönetimde adalet, ilâhî adaleti herhangi bir sapma olmadan içtimaî (toplumsal -a.a.) ve siyasî hayatın bütününe tatbik edebilecek bir ilkeye ihtiyaç duyar. İşte bu ilke nebidir. Nebi, zulme düşmeden her hak sahibine hakkını verebilecek bir düzen kurma kabiliyet ve yetkinliğini haizdir. Aksi halde ilâhî adalet insan türünün bütünü dikkate alındığında tasdik edilebilse de fertlerin fiillerinin ayrıntısı ve fertlerin kendisi dikkate alındığında zulüm olan fiillerle çelişir. Tüm insânî topluluklar hakikat bilgisine ve bu bilginin yasalara dönüştürülmesi yetkinliğine sahip bir filozof/hakîm nebinin kurduğu ve düzenlediği topluluklar olmadığına göre, yahut böyle bir topluluk bulunsa bile tüm fertler akıl-şehvet çatışmasında akıl tarafında yer almadığına göre ilâhî adaletin tümelliği ile insânî düzenlerin zulmü içermesi fiilen çelişki barındırır. Felsefe geleneği bu çelişkiyi insanın eksik yaratılışından ve kuvveden fiile intikal ederek yetkinleşebilmesinden kaynaklanan fiilî bir durum olarak kabul eder. Diğer deyişle filozoflara göre bu bir eksiklik halidir ve o da esas itibariyle eksiğin kendisiyle (kabiliyetleriyle) ilgili bir durumdur. Bu sebeple evrensel adalet, insânî seviyedeki zulmü zulüm olarak değil, kendisinin bir parçası olarak içerir. Zulüm tikel olan insandan tümel olan ilâhî nizama bakıldığında zulüm olarak adlandırılabilir ve insan iradesiyle inşa edilen bir çelişki belirir. (…) Yani ferdî hayattaki çelişki teoride değil, ferdin yaşamının bir yetkinleşme süreci olması şartıyla uygulamada aşılabilir. Dolayısıyla insânî seviyede adalet, adaletin ve zulmün bilgisinin ne olduğu anlamında teorik bilimlere, adalet ve zulüm olan fiillerin neler olduğu bilgisi anlamında ahlâk, iktisat ve siyasete, adaletin tahakkuk ettirilmesi anlamında âdil insanlara ve âdil yöneticilere ihtiyaç duyar. Ahlâk adalet kapsamına giren melekeleri öğretirken iktisat ve siyaset, insanın metafizik kabiliyetlerini ve yetkinliklerini dikkate alarak adalet anlamını tahakkuk ettirecek maslahatları belirler ve bunları sürdürülebilir hale getirecek kurumsal düzenlemenin esaslarını verir. Bireylerin ahlâklı yaşamasını mümkün ve gerekli kılan bir siyasî ve toplumsal düzenin fiilen inşası ve idâmesi ise siyasetçilerin, hukukçuların ve maslahatları hayata geçirmekle ilgili diğer zümrelerin işidir. (…)”
“Bir bütün olarak dinî düşünce gelenekleri, bu dünyayı ve hayatı Allah’ın kulu imtihanı için bir vasat olarak değerlendirdiğinden herkesin hak ettiğini alması anlamında bir adalet kavramının dünya içre geçerli olmadığını, adaletin ancak karar günü olan ahirette tam manâsıyla tahakkuk edeceğini düşünür.”
“Güçlü bir hukuk düzeni olmayan toplumlarda arzu edilen seviyede adalet görülmez. İnsânî adalet, ilâhî adaletten farklı olarak gecikmeyi kabil değildir. Bu bakımdan bir toplumda hukukî süreçler makul bir gerekçe olmadan uzuyorsa o toplumda zulüm vardır. “
“İslâm geleneğinde adalet, ilkelerini vahiyden alır. Vahiy, İslâm düşünce geleneklerinin tamamının ortak paydasını oluşturur. “
.
No Comments