“Zâhirin fânî olunca hakîkatin Hak varlığı ile bâkîdir.”

 

Başlığı teşkil eden cümle Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi- IV, s.52’dendir. Onu izleyen cümle de o kitabın aynı sayfasında şöyle: “Bu da senin için fenâ (yokluk) değil ayn-ı bakâdır (ebedîlik gözü). Böyle olunca bu cesedânî sûretten soyunduğumda yok olacağım diye endişe etme ve korkma!

Ve emr bunun üzerine oldukda, bu, zevât üzerine emân, İzzet ve hırâsettir (koruma). Zîrâ sen, hudûdun ifsâdına kâdir değilsin. Ve bu izzetten daha büyük ne İzzet vardır? Dolayısıyla sen, vehm ile katlettiğini tahayyül edersin, Halbuki hadde mevcûd olan sûret akıl ve vehm ile zâil olmadı. Ve buna delîl (Enfâl, 8/17) dir; ya’nî “Yâ Habîbim, attığın vakitte sen atmadın; velâkin Allah Teâlâ attı” âyet-i kerîmesidir. Göz ise, ancak histe kendisi için remy (atma) sâbit olan sûret-i muhammediyyeyi idrâk etti. Halbuki o, bir sûrettir ki, Allah Teâlâ evvelen atmayı ondan nefyetti, ya’nî “Sen atmadın” buyurdu; ikinci olarak âyet-i kerîmenin vasatında (ortasında) atmak fiilini iz rameyte kavliyle muhammedî sûret için isbât etti, yani “attığın vakitte” buyurdu; ve sözün sonunda da isridrâk edâtı olan lâkin kelimesiyle muhammedî sûrette atan Allah’a rücû’ eyledi. / Mü’min olan kimsenin elbette bu kerîm âyete îmân etmesi gerekir. Çünkü Hak kelâmıdır.

İmdi bu müessire (etkileyene) nazar et (bak), hattâ Hakk’ı muhammedî sûrete inzâl eyledi (indirdi). Ve Hak kendi nefsini kullarına bununla ihbâr eyledi. Dolayısıyla bizden hiç bir kimse ondan bunu demedi; belki O kendi söyledi. Halbuki O’nun haberi doğrudur. Dediği şeyin ilmini ister idrâk et, ister etme, eşittir; ona îman vâcibdir. Şu hâlde sen ya âlimsin veyâhut mü’min müslimsin. Tahkîkan “İllet kendinin illeti olan ma’lûlün illeti olmaz” diye aklın illet üzerine hükmeder oluşu, aklî nazarın fikrî haysiyyetinden sana onun za’fına delâlet eden şeydendir. Halbuki tecellî ilminde ancak bu vardır; ve o da “Tahkîkan illet, kendinin illeti olan ma’lûlün illeti olur”dur.

Ya’nî râmî (atan) olan müessire (etkin’e) bak ki, fiilini mazharlarda göstermek için Hakk’ı nasıl muhammedî sûrete inzâl etti. Zîrâ yukarıda açıklandığı üzere, varlık meselesi etkin ve müesserün-fîh’e (etkiye maruz olana) münkasim (bölünmüş) idi. Çünkü âlem varlığı Hakk’ın zâhiri ve Hak âlem varlığının bâtını ve hüviyetidir. Ve her ikisi de hakîkat vâhidi olan ulûhiyyet mertebesinin birer i’tibarıdır. Şu hâlde etkin ve etkiye maruz kalan, bir varlıktan ibâret olmuş bulunur. Ve bu inkısâm (bölünme) Hak’la âlem arasındaki münâsebeti belirler. Şu hâlde Hak Bâtın ismi ile etkin ve Zâhir ismi ile edilgindir. İşte taayyün (belirme) ve Muhammedî sûret Zâhir ismi mazharı olup, zâhir hasebiyle “atmak” fiili bu sûretten zâhir oldukda, bil ki, bu etkin olan Hakk’ın muhammedî sûrete tenezzülüdür. Ve Hak Enfâl, 8/17 kerîm âyetinde kendi nefsini, kullarına bu tenezzülle ihbâr buyurdu; yoksa bu hâli biz kullar zümresinden hiçbir kimse söylemedi; bunu bize haber veren Hak’tır ve O’nun haberi elbette doğrudur. Kendi nefsini muhammedî sûrette râmî (ok atan, silahları kullanan) kıldığını işaret etmiş olan Hak kelâmının sırrını aklın ister ihâta etsin, ister etmesin, müsâvîdir. O’na behemahâl îmân vâcibdir. Eğer bu sözün ma’nâsını hakîkati ile idrâk edersen, sen âlimsin; ve eğer idrâk etmezsen mü’min müslimisin, yani taklidî iman sahibisin. Ve eğer işittiğin kavlin sırrını aklın ihâta etmezse, ma’lûm olsun ki akıl, fikrî nazarı yönünden vehm ile karışıktır; ve eşyâyı hakîkati üzre idrâk husûsunda zayıftır; ve aklın za’fina delâlet eden şeyden birisi de budur ki:

Akıl, illet üzerine hükmedip der ki: “İllet kendi ma’lûlü için ma’lûl olmaz”. İşte aklın hükmü budur; onun bu hükmü açıktır, aslâ hafâ (gizlilik) yoktur. Halbuki tecellî ilminin verdiği budur ki: “Muhakkak illet, kendinin illeti olan ma’lûlün illeti olur”. Çünkü illet, ahadî Zâttır. Mâ’lûl, ademde (yoklukda) sâbit olan, yanî bil-kuvve sâbit olan şeydir; zîrâ ademde (yoklukta) sâbit olan şeyin îcâdını mûcib olan Hakk’ın varlığıdır; ve bu ademde sabit olan şey, ancak Hak varlığıyla mevcûd olur. Şu hâlde ademde sâbit olan şeyin îcâdında illet, Hak varlığıdır; ve sâbit olan şey ise ma’lûldür. Ve illetin kendi ma’lûlü için ma’lûl olmasına gelince, o da bu vechile olur :

Ma’dûm olan sâbit hakîkatler -ki illet olan ahadî zâtın ma’lûlüdür- isti’dâd ve kabiliyetleri ile ilâhî ilimde sübûtları hâlinde, illet olan ahadî zâtdan kendilerinin îcâdını taleb ederler. Zîrâ / ma’lûl olan sâbit hakikatlerin talebleri olmasa idi, onların illeti olan ahadî zât onları icad etmezdi; ve Zât-ı ahadiyye olmasa idi, onun ma’lûlü olan sâbit hakîkatler de mevcûd olmaz idi. Dolayısıyla mûcid Hakk, mevcûrindun îcadında illet olduğu gibi, Hakk’ın îcâd etmesine illet de, sâbit hakikatlerin kendi isti’dâdları ile Hak üzerine hükmedip îcâdı O’ndan taleb etmesidir. Zîrâ Fass-ı Üzeyrî‘de açıklandığı üzere, her hâkim, hükmeylediği şeyle hükmeylediği şeyde mahkûmun aleyhdir (aleyhine hükm olunandır). Şu hâlde illet, illet olmakla birlikte, kendi ma’lûlünün dahi ma’lûlü olur. Ve yine ma’lûl dahi, ma’lûl olmakla berâber, kendi illetinin illeti olur. Diğer ta’bîrle ahadî Zât hem illet ve hem de ma’lûl olduğu gibi, sâbit hakîkatler de hem ma’lûl ve hem de illet olur. İşte tecellî ilminin i’tâ ettiği (verdiği) “Tahkîkan illet, kendinin illeti olan ma’lûlün illeti olur” sözünün îzâhı budur.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked