“Vahdet-i Vücûdun Özcülüğü: Ayân-ı Sâbite”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in CİNS dergisi’nde (Ağustos 2021/Sayı 71) bu yazının da başlığı olarak alıntılanmış başlıkla yayınlanan yazısından yer yer yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

“İslâm düşüncesi tarihinde özcülük bağlamında ele alınması gereken teorilerden biri, hiç kuşkusuz İbnü’l-Arabî’nin ayân-ı sâbite görüşüdür. (…) Buna göre ayân-ı sâbite, nesnelerin Allah’ın ilminde ezelden ebede bulunan hakikatleridir. Bu hakikatlerin birkaç özelliği vardır. Birincisi: Hakikat, İbnü’l-Arabî’nin kendi tabiriyle ‘varlık kokusunu koklamamıştır’. Yani ilahî ilimdeki bulunuşları, dışta var olmalarını önceler. Bu demektir ki, herhangi bir nesnenin varlığını önceleyen sâbit bir hakikati vardır. Fakat burada ‘sâbit’ kelimesi, Ömer Nesefî’nin Akâid’inin giriş cümlesi olan “Eşyanın hakikatleri sâbittir” ifadesindeki ‘mevcut’ anlamındaki ‘sâbit’ kelimesinden farklıdır. Nesefî, şeylerin hakikatlerinin var olduğunu, insanın şeylere ilişkin idrakinin bir yanılgı olmadığını kasteder. (…) İbnü’l-Arabî ise şeylerin var olmayı önceleyen bir seviyede hakikatlerinin bulunduğunu ve bulunuşun bir tür ilmî nispet yani bilgisel sûret olduğunu kasteder.

İkincisi: İlahî ilimdeki hakikatler, ezelîdirler, dolayısıyla da ilahî iradenin dahi tesirine açık değildirler. İmam Rabbânî ilerleyen yüzyıllarda İbnü’l-Arabî’ye yönelttiği eleştirilerinde bunu bir türlü kabullenemediğini söyleyecektir. Fakat İbnü’l-Arabî, herhangi bir iradenin tesirine açık olmayan, tam tersine bir ilke olarak ilahî ilimde suretler bulunduğunu iddia eder.

Üçüncüsü: İlahî ilimdeki suretler, etkindirler. İbnü’l-Arabî metafiziği Varlık’ın Tanrı olduğu üzerine kurulur. Varlık, soyut bir kavram değildir, tam tersine bütün mevcutların ancak kendisine nispetle mevcut hale gelebileceği ve hakiki olarak var olan şeydir. Diğer deyişle varlık (vücud) vardır ve bütün mevcutlar ona nispetle varlık yüklemine konu olurlar. (…) Varlık’ın zuhurunu yöneten ilke ise ayân-ı sâbitedir. Bu anlamda Varlık, mevcut hale getiren ilke olması bakımından etken iken ayân-ı sâbite tarafından belirli bir mevcut haline gelmesi bakımından edilgendir. (…) İbnü’l-Arabî hem ayân-ı sâbitenin yoklukta değil varlıkta (Tanrı’da) bilgisel formlar olarak bulunduğunu söyler hem de birazdan işaret edileceği üzere İbn Sînâ’nın varlık-mahiyet ayrımını kullanarak mertebe fikrini ayân-ı sâbiteye de tatbik eder.

Dördüncüsü: Ayân-ı sâbite, tek bir mertebede ve tekdüze olarak bulunmaz, Varlık’ın zuhur mertebelerine bağlı olarak genelden özele veya tümelden tikele doğru ilerleyen bir yapısı vardır. İbnü’l Arabî sudur teorisini kabul ederek onu bir tür zuhura dönüştürse de genel olarak sudurcu kozmolojiyi kullanmış ve farklı bakış açısını ifade eden çeşitli adlandırmalarla sudurdaki mertebe fikrini yenilemiştir. Anlatımı kolaylaştırmak için Fârâbî ve İbn Sînâ arasında yaşayan İslâm filozofları ile Yeni Eflâtuncu filozofların üçlü şemasını esas alırsak; sudurcu filozoflar, Tanrı’nın saf Varlık olduğunu, O’ndan küllî bir aklın sudur ettiğini, bu akıldan küllî bir nefsin sudur ettiğini, ondan da cisimler âleminin sudur ettiğini düşünürler. Onlara göre Tanrı’nın varlığı küllî akıldan, küllî aklın varlığı küllî nefsten, küllî nefsin varlığı da cisimlerden farklıdır. Ayrıca Tanrı’dan cisimlere varan sıralamada bir öncesi bir sonrakini ve fazlasını kapsar. (…) Küllî nefs ise cisimler âlemiyle ilişkili olduğundan onda şeylerin hakikatlerine dair idrak bulunur. (…) İbnü’l-Arabî bu yapıyı aynıyla tevarüs ederek ayân-ı sâbiteye uyarlamıştır. (…) Dahası, küllî nefste bireylerin hakikatleri de bulunur. (…)

Beşincisi: Yukarıda anlatılanların zorunlu bir sonucu olarak âlemde meydana gelen her şey, ayân-ı sâbitenin dış dünyada gerçekleşmiş halinden ibarettir. Âlemin ilahî isimlerin zuhuru olması, âyân-ı sâbitenin mevcut hale gelmesi demektir. Her bir oluş, öncesindeki bir bilgiye dayanır. Bu bilgi, hem tümel hem de belirli bir nesneye özgü olacak şekilde tikel olarak nesneyi önceler. Yani beni sadece insanın mahiyetinin ayn-ı sâbiti öncelemez, aynı zamanda bu mahiyetin bana uyacak şekilde özelleşmiş tikel bir sureti de önceler.

Bu özelliklerinden dolayı Afîfî ve Ekrem Demirli gibi İbnü’l-Arabî araştırmacıları, ayân-ı sâbitenin İbnü’l-Arabî düşüncesini genel olarak varlığın birliği öğretisini savunan mistik öğretilerden ayıran yönü olduğunu iddia ederler. Hattâ Ekrem Demirli, Vahdet-i vücudun kurucu ilkesinin âyân-ı sâbite olduğunu düşünür.

Ben daha ziyade “Varlık olmak bakımından Varlık Hak’tır” cümlesinin merkezî ilke olduğunu, hattâ bu ilkenin, âyân-i sâbiteyi Eflatun’un idelerinden, Mutezilenin madum şeylerinden ve İbn Sînâ’nın mahiyetlerinden ayrıştırdığını düşünmenin daha isâbetli olduğu kanaatindeyim. (…)

Şu halde İbnü’l-Arabî’ye göre âlemde meydana gelen bütün oluşları yöneten ilke, oluşu önceleyecek şekilde kendinde belirli olan âyân-ı sâbitedir. Bu ezelî hakikatler, varlıkın belirsiz akışını belirli hale getirir ve süregiden dinamizmine biçim kazandırır. Bu açıdan bakıldığında Vahdet-i vücud evrim teorisinin “nesneleri önceleyen bir bilgi kabul edilemez” ilkesiyle çok katı şekilde çelişen bir özcülüğü ihtiva eder. (…) Daha önceki yazılarda belirttiğimiz gibi gerçekte oluşu önceleyen bilgi olmadığı görüşü, biyolojik bir teorinin aslî parçası olarak görünmez ya da en azından farklı yorumlara açıktır.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked