admin Posts

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti

 

1. Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile üslubunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, Onsekizinci yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’dan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan Milliyetçilik akımlarının, İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddizâtında, Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahallî özelliklerini Hırıstıyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 büyük ihtilâli ile Milliyetçilik, dağınık, yine de, kendini hep duyuran bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim büyük ihtilâlin, millî toplumdan murad ettiği, biçimbirliğine (Fr uniformite) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur. Sonuçta, öncelikle Kavmî Milliyetçilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli (uniforme) toplum oluşturma ülküsünün tâkipçisidir.

İbn Arabî Düşüncesine Giriş Şeyh-i Ekber

 

MAHMUD EROL KILIÇ , SUFİ KİTAP’tan çıkan bu eserinin 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin on dört yıl sonra (Kasım 2009’da) kitaplaştırılmış hâli olduğunu belirtiyor Kitaba Önsöz‘de.

Bu eserden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” (…) Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde Tasavvuf Bilim Dalının kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. Dünya üniversitelerinde sadece ülkemizde bulunması hasebiyle çok manidar olan bu genç ana bilim dalında tesis edilişinden günümüze kadar yüzlerce kıymetli teze imza atılması ilim adına gurur vericidir. Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabî üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümid edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun. (…) (Müellifin Kitaba Önsöz’ünden)

“Bizi yaratan ile bu yaratılış işinden başka bir irtibatımız yok mudur?”

“Bizim ve etrâfımızdaki şeylerin var oluşlarının hakikati nedir? Bunlar gerçekten var mıdırlar? “

Bunlara verilecek cevapları oluştururken aynı insanoğlu dayanak olarak ya sırf kendi bilgisine veya bütün bunları Var Kılanın kendisini elçileri vasıtasıyla veya hicâbın (perdenin) arkasından konuşması sûretiyle bilgilendirmesine sırtını yaslayacaktır. Çünkü Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur. Âlem ve biz, O var olduğu için varız, bizim varlığımız O’nun varlığıdır. Biz yoktuk O vardı, sonra o varlığından bir nebze bize de verdi ve biz de O’nunla var olduk. Bize verdiği o emanet varlığı geri alacak olsa biz var olmayız, aslımız neyse ona döneriz.

O bir başına kendi zâtında müstağrak (gark olmuş/ batmış) bir halde bulunuyorken kendindeki güzellikleri paylaşmak ve böylece paylaştığının üzerinde o kendine ait güzellikleri yine kendisi temâşa etmek ve o paylaştığının kendisini tanımasından, övmesinden hoşnut olmak isteyince bu ilâhî murâda ayna olabilecek istidâttaki o ilk mahluk (sav) işte bu arzu dalgalarının kabarmasıyla, taşmasıyla neş’et etmiş (çıkmış) oldu. Böylece Ahad olan Ahmed oldu, Vâhid oldu. Küntü kenz’den (Ben Gizli bir Hazine idim) Levlâke levlâk (Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) oluştu. Böylece o Gizli Hazine‘nin açılması, zuhûru başlamış oldu. Ancak bu iki mertebede yine ulûhiyyet dairesi içerisinde bulunduklarındaar ven, daha O’nun sıfatları, isimleri birbirindeen ayrılmamıştı. Zât, sıfatlar ve isimler hepsi birdi. İşte bu ilk ikinin en büyük aşkından o sıfatlar ve isimlerin birbirinden ayrılmaları doğmuş oldu. Vahdet (birlik) kesrete (çokluğa) dönüştü. Ve bu mertebede taayyün eden her bir sıfat ve isim hâriçteki şeylerin herbirinin hakikati oldu. Bu hakikatlerden her biri bir alta inerek basit cevherler olarak tezahür ettiler. El- Bâtın (numen) işte böylece artık ez-Zâhir (fenomen) oldu.

İşte insanoğlunun bu en temel sorularına bir cevap da Müslüman muhakkiklerden Şeyhu’l-ekber ünvanıyla meşhur Muhyiddîn İbn Arabî’den böyle gelecektir. (…) Çalışmamızın ilerleyen sayfalarında işte bu müellifin hem hayatını ve eserlerini inceleyeceğiz ve hem de konumuzla ilgili görüşlerini bulup çıkarmağa çalışacağız.

Müslümanlar Yeniden Düşünmeğe Nereden Başlamalı?

 

Ahmet Ayhan Çitil‘in bu başlık altında çıkan yazısının (Teklif 2 aylık düşünce dergisi, sayı 11/ Eylül 2023, Ketebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı AŞ adına MUSTAFA ALBAYRAK) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, her alanda yaşanan değişimlerin hızı, belki de tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar yüksek. Söz konusu değişimler, beraberinde büyük riskleri ve sınır aşan sorunları getiriyor. (…) Bilimler, bir zamanlar metafiziksel kabul edilen konulara giriyor ve insanlığa yeni bir konumlandırma önerisi getirmeğe çalışıyor. Değişim, medya üzerinden, özellikle sanat aracılığıyla topluma yayılıyor. Öte yandan, sanki yaşanabilecek her şeyin yaşanmış olduğuna, insanlığın kadim sorunlara çözüm olabilecek tüm düşünce yollarının denendiğine ve bir şeylerin en sonuna gelindiğine dair bir tükenmişlik ve kayıtsızlık havası var.

İnananlar özelinde de çok iç açıcı bir tablo yok. Yapılan araştırmalarda bir yandan dindarlığın arttığına dair sonuçlar elde edilirken, bir diğer yandan da Allah’a inancın veya dinî mensûbiyetin zayıfladığına dair iddialar öne çıkarılıyor. İnsanlar, bilhassa gençler, çok farklı gerekçelerle dinden veya dinî düşünceden kopuyorlar. (…) Şer problemi nedeniyle Tanrı’nın olmadığını, olsa da zalim olduğunu düşünenlerin var olduğu gibi; dinî söylemin ikiyüzlülükle nihayetlendiğini öne sürenler de var. Pek çokları kendi hayatına, bir peygamber de dahil, başkalarının karışmasını arzu etmediğini söylerken diğer bazıları Tanrı’ya veya dine inancını koruyarak bugünkü hayata nasıl katılacağını tasarlayamadığından dert yanıyor.

Herhangi bir birey olarak, hızla akan görsellikler, aforizmalar, emojiler, (…) çağında yavaşlamak için; kendimizle kalabilmek, kendimize dönebilmek için; çevremizde olup bitenler biz onları fark edemeden ve anlamlandıramadan geçip gitmesinler diye; sürekli tepki vermek durumunda olduğumuz, tepkilerimiz üzerinde çok fazla düşünmediğimiz, artık tepkilerimizin rastlantısal bir toplamına indirgenme eğiliminde olduğumuz bu hayatta, kendimizi daha bütünlüklü bir bakış açısından konumlandırabilmek için; bizi sarmalayan gerçek ve sanal ortamlardan aktarılan bilgileri daha iyi değerlendirmek için; zihnimizi düzenli biçimde odaklayarak hatırlama yetimizi güçlendirebilmek için; (…) bir eylem olarak düşünmeğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

“Görünür varlığınız olan bu kesîf belirmeyi Hakk’a siper sayınız.”

 

“Zîrâ bu beşerî kesîf varlığın birçok yerilmiş vasıfları vardır. Her ne kadar hakîkatte bunların senden zuhûru ilâhî isimler eserlerinden ibâret ise de, mâdemki senin ortada bir yoğun sonraki varlığın vardır ve bunların cümlesinin o varlığa ilişkinliği apaçıktır ve Hak, zât bakımından, bunların hepsinden münezzehdir; şu halde senden yerilmeye lâyık vasıflar ve fiiller sâdır olursa, Bunlar Hakk’ındır, deme; benimdir de! Ve eğer kerem ve atâ (bağış) ve rahmet gibi övülesi vasıflar ve fiiller sâdır olursa / bâtının olan Rabb’ini nefsine siper edip Bunlar Hakk’ındır, de! Zîrâ bunlar ilâhî ahlâktandır. Ve biz bu ahlâk ile ahlâklanmağa memuruz. Nitekim buyrulur: Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız. Ve Hak Teâlâ bize şu âyetle (Nisâ, 4/79) yani Sana iyilikten bir şey isâbet ettikde, Allah’dandır; ve fenalıktan bir şey isâbet eyledikde nefsindendir” âyet-i kerîmesinde bu edebi ta’lîm buyurdu. Eğer böyle yapacak olursan, yani kevn varlığında sâbit olan zemm ve hamdden, zemde nefsini Hakk’a siper; ve hamdde Hakk’ı nefsine siper edecek olursan, âlim olan kimselerin edîblerinden (terbiyeli, zevk sahibi) olursun. Nitekim Âdem (a.s.) kendisinden sâdır olan zelleyi (küçük günahı), hâl hakîkatini ârîf (bilir) iken, kendi nefsine isnâd edip Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ(A’râf, 7/23) buyurdu. Ve zellede nefsini Rabb’ine siper saydığı için, mahzâ (sırf) bu edebi sebebiyle makbûl oldu. Ve İblîs ise Hak’la münâzaa edip (çekişip), edebi terk ettiği için matrûd (kovulmuş) ve lanetlenmiş oldu.

İsmet Özel’in bazı yazılarından alıntılar

 

” (…) Birini gıybet ettiği için kınadığınızda size şu karşılığı verebilir: Ama gerçeği söylüyorum! Bu itiraza eğer gerçek olmayan bir şeyi dile getirseydin bu yaptığın gıybet değil iftira olurdu” şeklinde cevap verilebilir. Yani Müslümanlık bize birlikte yaşamağı şartların bütün elverişsizliğine rağmen bir şenliğe dönüştürmeği öneriyor. Batılı düsturlarla yaşamağı kuralın doğruluğunu doğrunun insâniliği karşısına koymağı reddettiğimiz için reddediyoruz.” (KEM SÖZ SAHİBİNE AİTTİR başlıklı İSMET ÖZEL’in yazısından)

“Neredeyiz, nereden nereye bakıyoruz? Bu suâl hangi hükmü vereceğimiz söz konusu olduğunda bizi tereddüt içinde bırakacaktır. Toplumun üst tabakasına mensup iseniz dünya meselelerinin tespiti ve hâl yolu hususunda yetkeye karşı cüretkâr olmanızda şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim Lord Bertrand Russell ancak toplumdaki mevkiinden bil-istifade söz ve davranış hürriyetinden yararlandığı için kendi ülkesinde hicvedilmiştir. Hakkında dava açılan bir Lord olunca iş tersine dönüyor. Yetke karşısında şöhreti her türlü densizliği yapmasına yetecek kadar yaygınlaşmış Oscar Wilde kendisine toplum önünde hakaret eden Lord hakkında bu sebepten ötürü dava açınca davanın görüldüğü mahkeme şikâyetçi İrlanda asıllı yazarı Reading zindanına kürek mahkûmu olarak göndermekte gecikmemiştir.” (AVRUPA’NIN DÜNYASI, DÜNYANIN AVRUPASI başlıklı İSMET ÖZEL’in yazısından)

“Türk hayatının kalitesi günden güne düşüyor. Kaliteyi medeniyet mi, modernlik mi, kapitalizm mi yoksa emperyalizm mi düşürüyor? Acaba medeniyet, modernlik veya çağdaşlaşma, kapitalizm, emperyalizm kendi başlarına ele alınacak hususlar mıdır, yoksa elimizdeki imkân her birini ancak birbirleriyle kurdukları münasebet sayesinde kavrama gücümüzden mi doğmaktadır? (…)” (TÜRK KAÇTIĞI DELİKTEDİR başlıklı İSMET ÖZEL’in yazısından)

“Benim çocukluğumda eski yazı denilen şeye günümüzde Osmanlıca deniyor. Acaba Selçuklular da Osmanlıca mı yazıyordu?”

“Biz Türkler İslamlaştırdığımız sahayı hükmümüz altında tutmaktan daha ileride bir tavrı benimsemedik. Tarihimiz Batılılaşmanın her türlü darbesiyle yaralıdır.”

“Bizim üzerimizde tahsil hayatımız boyunca bugünkü sınırlarımızın Mîsâk-ı Millî sınırları olduğu zannı uyandırıldı. Dolayısıyla vatan müdafaasından şimdiki hudutlarımızı savunma anlamı çıkardık.”

“Türk düşüncesi diye bir düşünce yürüteceksek kalın Türklerin Avrupa’nın hem yabancısı ve hem de düşmanı olduğunu bilerek yürütmek zorundayız.”