Fütûhât-ı Mekkiyye: c.16 520.Bölüm’den alıntılar

 

Menzili ‘Duyan kimseler icabet edebilir’ (el- Enfal 8/21) Âyeti olan Kutub’un Hâlinin Bilinmesi

Ben kalbime karşı kıskancım, isterim ki / Hiçbir yaratılmış sıkıntı vermesin ona /

Çünkü öyle bir kalbimiz var ki kendinden geçer / Tenzih ve sûretlerdeki her bir halde /

Kalbimden Hakk’ın nidasını işitince / Başka bir hüküm veren olmadan icâbet ederim O’na /

Nedir bu?’ dedim, ‘Haktır’, dedi, dedim ki : ‘ ‘Ne istiyor?’ ‘Sakınmaktan sakın’ , dedi

Hoş bir hayat yaşadım yaşadıkça / Ne âfetten ne zarardan korktum artık!

Allah icâbetin illetini duymak kılmıştır. Duymadığı halde, duyduğunu söyleyenin icâbet etmesi söz konusu değildir. Allah böyle insanlardan olmamızı yasaklamak babından bize şöyle der: ‘Duymadıkları halde duydum diyenler gibi olmayınız.’ (el-Enfal, 8/21) Bu zikirde ‘duyma’, idrak ettiğini anlamak demektir. İcabet eden de bu vahyi aktarandan -ki vahyi aktaran, arzusundan konuşmayan peygamberdir- dinler, duyduğunu öğrenince bilgisine göre davranır. Çünkü bilgi zorunlu olarak hüküm sahibi ve hükmünü uygulamada da zorlayıcıdır. Böyle olmayan bilgi, bilgi değildir. Bundan dolayı günah işlediğinde cezalandırılacağını bilen biri kesinlikle Allah’a âsî olmaz. Bu nedenle amelin ilâhî hükümde günah olduğunu bilmek şarttır ve bu da mü’minin payıdır. Bu bağlamda iki insandan söz edebiliriz: Birincisi tövbe etmeksizin ölen bir günahkâra cezanın uygulanacağını söylerken (mutezile) öteki kişi tövbe etmeksizin ölen günahkâra cezanın zorunlu olarak uygulanmayacağını söyler (Eş’ari) . Ona göre böyle birinin durumu Allah’a kalmıştır; dilerse bağışlar, dilerse cezalandırır! Burada üçüncü bir kişi yoktur. Bununla birlikte her ikisi de ölmediği sürece canlı bir şahsın cezalandırılacağından habersizdir. Çünkü tehdidin uygulanacağını söyleyen kişi, tövbe etmeden ölen hakkında bu görüşü ileri sürmüştür. Böyle biri, ölmediği sürece, tövbe edebileceği umulan kişidir ve dolayısıyla günah nedeniyle cezalandırmanın olup olmayacağı bilinmez. Çünkü tövbe ederek mi, etmeden mi öleceğini bilmez. Tehdidin uygulanacağını kabul etmeyen ise Allah’ın iradesinde neyin bulunduğunu bilemez. Dolayısıyla sadece cezalandırma hakkında bilgisi olmayan (mümin) asi olabilir. Bazı insanlara ise kader gerçekleşmezden önce gösterilir. Böyle biri neyin lehinde ve neyin aleyhinde olduğunu bilir. Bu hal ve makama sahip birisi Allah’ın geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı biri olduğu gibi aynı zamanda Allah’ın kendisine söylemiş olduğu ‘Dilediğini yap! Seni bağışladım’ sözünü iman ederek ve müşahedeyle duyanlardandır. Bu ifade dince sabittir.

Burada dikkatle düşünenin bulabileceği bir sır vardır, şöyle ki: Bilgisi olmayan kişi gerçektende Allah’a âsî olmamıştır, çünkü sadece mubah bir işi yapmıştır. İkincisi de günahları bağışlanandır. Mağfiret onun günahını geçmiş, dolayısıyla kişi günahını ona denk büyük bir hayırla silinmiş olarak görür. Her durumda yaptığı işe günah denilse de günahın hükmü kendine işlemez. Burada dikkate alınan husus, hükmün günahı yapana işleyip işlememesidir. Demek ki cezalandırılacağını bilen biri günah işlemez. Hiç kuşkusuz Allah bizi kendisine ibadet edelim diye yarattı. Biz de O’nun sözünü duyduk, sözünü duyunca da kendisine icâbet ettik. Allah bizim bu durumumuzu âyette zikrederken, süratle gerçekleşme anlamı taşıyan ‘istif’al’ kalıbını kullanmıştır (isticâbet). (…) “Biz peygamber gönderinceye kadar azap etmeyiz’ (el-İsra 17/15) âyetinde belirtilir. Bir peygamber davetini ulaştırmadığı sürece, gönderildiği kimseler üzerinde ‘resul’ değildir. Davetin ulaştırıldığı kişi peygamberin sözünü duyduğunda ona icabet eder; daha doğrusu peygamberin tebliği hakkında. Allah’ın bildirdiği üzere icabet şarttır. Peygamber’in davetine icabet etmeyenleri gördüğümüzde, Allah’ın bildirmesiyle, o kişinin duymamış olduğunu anladık. Allah o kişi için peygamberleri bir araya toplayıp kendilerine “size nasıl karşılık verildi” diye soracağı gün delil ve mazeret ortaya koymuştur. Peygamberler bu soruya “bilgimiz yok, Sen bilinmezleri en iyi bilensin” diye cevap verecektir. Onların bu sözlerinden davete icabeti bilmenin gaybın bilgisinden kaynaklandığını öğrendik. Aynı zamanda da duymanın da gayba (dayandığını) öğrendik. Dolayısıyla davete kimin icabet edeceğini sadece hüviyeti gayb olan bilebilir ki, O da Allah’dır. Allah kulları adına mazeret ortaya koyarken nefsinde onlara merhamet eder. Bu itibarla insanların bir kısmına sözünü duyurarak merhamet etmiş, onlar rablerinin avetine süratle icabet etmiş, O’nun kuluyla arasında ikiye böldüğü namazı dosdoğru kılmışlardır. Davetine icabet etmeyenler için de Allah ‘duymamışlar’ diyerek mazeret belirtmiştir. Bu durum davet edilen konunun aksine

Bu zikirde Allah’ın rahmetinin bütün yaratıklarını kaplamasının (bilgisi) bulunur. Allah sadece duyanların icabet edebileceğini bildirmiştir. Bu itibarla ilahi davetin ulaşmaması nedeniyle mazur olan kişi gibi duymayan da mazurdur. Onun hükmü Allah’ın kendisine peygamber göndermemiş olduğu kimselerin hükmüyle birdir. Bu durum “el-İsra 17/15” : ‘Biz peygamber gönderinceye kadar azap etmeyiz’ âyetinde belirtilir. Bir peygamber davetini ulaştırmadığı sürece, gönderildiği kimseler üzerinde ‘resul’ değildir. Davetin ulaştırıldığı kişi peygamberin sözünü duyduğunda ona icabet eder; daha doğrusu peygamberin tebliği hakkında Allah’ın bildirdiği üzere icâbet şarttır. (…) Peygamber’in davetine icabet etmeyenleri gördüğümüzde, Allah’ın bildirmesiyle, o kişinin duymamış olduğunu anladık. Allah o kişi için peygamberleri bir araya toplayıp kendilerine ‘size nasıl karşılık verildi’ diye soracağı gün delil ve mazeret ortaya koymuştur. Peygamberler bu soruya ‘bilgimiz yok, Sen bilinmezleri en iyi bilensin’ diye cevap verecektir. Onların bu sözlerinden davete icabeti bilmenin gaybın bilgisinden kaynaklandığını öğrendik. Aynı zamanda da duymanın da gayba (dayandığını) öğrendik. Bundan dolayı davete kimin icabet edeceğini sadece hüviyeti gayb olan bilebilir ki, O da Allah’tır. Allah kulları adına mazeret ortaya koyarken nefsinde onlara merhamet eder. Bu itibarla insanların bir kısmına sözünü duyurarak merhamet etmiş, onlar rablerinin davetine süratle icabet etmiş, O’nun kuluyla arasında ikiye böldüğü namazı dosdoğru kılmışlardır. Davetine icabet etmeyenler için de Allah ‘duymamışlar’ diyerek mazeret belirtmiştir. Bu durum davet edilen konunun aksine kullardan kimsenin karşı koyamayacağı ulûhetin gereği olan ilahi gayretin tezahürüdür. Allah onların duyup icabet etmeyeceklerini söyleseydi, onları insanların gözlerinde yüceltmiş, keendisine karşı koyma makamına yerleştirmiş olurdu. Bu nedenle Allah onlar hakkındaki bilgisini “Duymadıkları halde ‘duyduk’ diyenler gibi olmayın” (el-enfal 8/21) diyerek gizlemiştir. Bunun anlamı şudur: Allah dileseydi onlara duyururdu. Allah ‘duyduk’ sözlerinde onları yalancı çıkarıp şöyle demiştir: ” Sadece duyanlar icabet eder. ” (El-Enfal 8/21)


No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked