Gazete yazısı deyip geçmeyin, işte o yazılardan ikisinden bazı alıntılar…
“İstemem nakl-i cenâzemde çeleng-ü âhenk
Debdebeyle gidilir sâha değildir makber
Orası medhalidir bârigeh-i Mevlâ’nın
Kapısından içeri aczile girmek ister.
Yukarıdaki dörtlük mütefekkir, mutasavvıf, şair Tâhirülmevlevî’ye aittir. “Cenazemi taşırken çelenk ve musiki istemem. Kabristan gürültü ve gösteriş yaparak gidilecek bir saha değildir. Orası Mevlâ’nın Huzuru’na giriştir. Kapısından içeri boynu bükük girmek gerekir” diyor. (…)“ (Hayrettin Karaman)
(alıntının ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
“Sadece ben öksüz kalmadım, sadece üç kardeş biz öksüz kalmadık, onlarca meyve ağacı, yüzlerce çiçek, dünyadan kurtarılmış bir gümrah bahçede öksüzlüğü derinden yaşadık. (…) Zaman bir noktada hem dondu kaldı sanki, hem de sessizce geçip gitti. Geçip giden zaman boyunca ahbaplık ettiğim onca kelime, onca cümle, o kadar satır yazı, hafızamda çınlayan onca şiir, yetmedi o kırılmayı kendime usulca anlatmaya. Bildim ki bir gün bir hal geliyordu her insanın başına ve bu hal o haldi. O vakit, tam da o eli öpülesi şairin dediği gibi oluyordu her şey: “Anne ölünce çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/ Elinde bir siyah çubuk/ Ağzında küçük bir leke”
Ömrüm boyunca çekindiğim, olmasından en çok korktuğum şey oldu: Annem gitti! (…) Dünyanın bütün rüzgarlarına karşı beni savunan, bütün savrulmalarımı avuçlarında eriterek beni yerimde sabit kılan kök yerinden koptu sanki. Düşünmüş, tahmin etmiştim bunu: Annesi ölen herkes küçük bir çocuktu, ister gerçekten çocuk yaşta olsun, ister koskoca bir adam olsun. Tabiatımız böyle bizim, çocuğun annesine muhtaçlığı bitmiyor hiç!
(…) Çocukluğu gül bahçelerinde geçti. Sonra dedem, kasabadaki hocasının oğluna gelin verdiğinde oraya, yani benim de içine doğduğum baba evime kurdu bahçesini. Hayatı boyunca çiçeksiz günü geçmedi. Toprakla muhabbeti hiç eksilmedi. (…) Evini müteahhide verip kata çıkanlar da geldi onun bahçesine sığındı.
(…) Okuya okuya onlarca sureyi ezbere aldı. Yetmiş yaşından sonra tecvit kursuna gitti. Yağmur yağsa ‘rahmet yağıyor’ derdi. (…) Ömrü boyunca bir kere bile beddua ettiğini duymadım. Birine kızarsa ‘Miskin!’ derdi, biraz daha kızarsa ‘Allah iyilik versin!’, daha da kızarsa ‘Allah kahretmesin!” Kanepeyle değiştirmeye asla razı olmadığı sedirde oturur, yine çiçeklerle dolu penceresinden sokağa bakınır, bir yandan elindeki beşyüzlük tespihi çeker, bir yandan gelen geçenle iki laf ederdi. Bu hikayenin bütün bir mahalleyi öksüz bırakan kısmı da işte burası: Pencere boş kaldı.
(…), tahsili bu kadardı. Ama ne bugün, ne bundan önce, ondan daha çok şey bildiğimi düşündüğüm tek bir an olmadı. (…) Zihni olarak birtakım sivri fikirlere kapıldığım dönemlerde onun toprakla, hayatla, insanla muhabbeti beni hep aklıselime geri döndürdü. Hep ‘Onun kadar insan olabilsem yeter’ diye düşündüm, korkarım olamadım. (…)
İnsanın annesini götürüp kendi elleriyle bir kabrin içine bırakması, sonra üstünü toprakla örtmesi, bildiğimiz herhangi bir başka şeyle karşılaştırılamayacak kadar zor bir şey… (…)
Ama diğer taraftan, bütün bunlar olurken, anneniz sizi elinizden tutup toprağa dokunduruyor ve ölüme alıştırıyor sanki. (…)
Ölüm bir hakikat, canı veren günü geldiğinde alıyor. Bize düşen rıza göstermek ve sabretmek… Allah geride kalanlara sabrını, metanetini mutlaka bağışlıyor. Yana yana pişmek değil mi kaderimiz: İnandık, iman ettik: İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
(…) Anneme, ebediyet alemine göçmüş bütün annelerimize ve bu dünyadan bütün göçüp gitmişlere rahmet diliyorum, hepsinin mekanları cennet olsun. Bu yazıyı onlara birer Fatiha bağışlamak için vesile kılalım inşallah…” (Gökhan Özcan)
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)
[Ben de yaklaşık 20 yıldır yazılarını okuyarak kendisine yakınlık duyan ve bundan güç alan biri olarak bu kardeşime başsağlığı ve sabır, merhume annesine rahmet ve mağfiret diliyorum. Allah yalnız ve yardımsız bırakmasın onu ve hepimizi. Ebediyet âlemine göçmüş bütün annelere ve diğerlerine Allahtan bol bol rahmet ve mağfiret dilerim.]
No Comments