İnsân-ı Kâmil’den (müellifi: Abdülkerîm el-Cîlî) alıntılar
Abdülkerîm el-Cîlî‘nin İNSÂN-I KÂMİL isimli eseri (Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar: merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, şimdi Prof. Dr. durumunda Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal; İZ Yayıncılık, 4. baskı, 2015)
“Evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın esmâsından (esmâ, ismin çoğulu) bahs edeceğiz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a delâlet eden, esmâdır. İlâhî isimlerden sonra ilâhî sıfatlardan söz edeceğiz. İlâhî sıfatlarda Zâtın kemâli çeşitlenen ve Hakk’ın aynalarından evvelâ görünür olan ilâhî sıfatlardır. Sıfatlardan sonra zuhurda ancak Zât vardır. Şu îzâha göre ilâhî sıfatlar mertebesi, ilâhî isimler mertebesinden daha üstündür.”
“İlâhî sıfatlardan sonra, ilâhî Zât’tan bahs edeceğiz. Ancak izâhâtımız ibârelerin imkânî müsaadesine dayalı olacağı gibi, izâhâtta sûfiyye katında ıstılahlı (terimli) olan îzah şekline inmek zorunlu görülmüştür. Ne ki, kitabı mütâlaa edenler, maksadı kolay anlamaları için sözdeki önemli noktayı, söz arasında muvaşşah bir şekilde (ilgi uyandıracak tarzda) söyleyeceğiz. Bu kitâbda öyle sırlar üzerine tenbihlerde bulunacağım ki, hakikat ilmi vâzıı o sırları hiçbir kitaba derc etmemiştir (sokmamıştır). Tabiî bu sırlar, Hakk’ın tanınmasına ve mülk ve melekût âlemlerini tanımaya ilişkindir. Bundan ötürü kitabımızı mütâlaa edenlerin son derecede önemle teemmül ve tefekkürü (iyice, etraflıca düşünmesi) zorunludur. Çünkü bazen öyle manâlar vardır ki, işâret veya lügaz şeklinde söylenmedikçe anlaşılmaz. Ben bu kitabımı mütalaa edenden şunu iltimas ve rica ederim ki, benim bu kitabımda içine aldığım ne kadar bahisler var ise, o bahisler Kur’ân-ı Kerîm ve ahâdîs-i şerîfe ile müeyyeddir (teyîd edilmiştir). Şâyet kitâbımı okuyanın anlayışına nazaran Kur’ân’a veyâhud ahâdîse muhalif bir şey zuhûr ederse, okuyan bilsin ki, anladığı manâ, kendi anlaması yönündendir; yoksa benim îzâh için kasd ettiğim murâdım noktasından değildir. Bu gibi hususlarda, okuyan zâtın hakikatin fehmine kendisi için açılımlar hâsıl oluncaya kadar, yâhud kitâbullahdan veyâ doğrulanmış hadîsden delîlini buluncaya kadar o manâ ile amel etmeyerek, teslîmiyeti de elden bırakmamalıdır. (…) Ve bu bâbda (kapıda) idrâk için başka bir yol yoktur. Hattâ, ilk başlangıçta inkâra sapmakta mutlak mahrumluğa uğramasından bile korkulur. Onun için îmân ve teslîmden başka marifet yolu yoktur. Ve kitabımızın mütâlaasına rağbet eden kimse bilmelidir ki, Kur’ân ile, ahâdîs ile doğrulanmış olmayan her ilim dalâlettir; fakat onun teyîd edenini ve delîlini mütalaa edenin bulamaması noktasından değil. Bu ilimde öyle mühim bahisler vardır ki, kitâbullah ile ahâdîs ile doğrulanmıştır; fakat senin istidâd kudretin onu anlamaktan seni men etmiştir. Onu zâtî himmetinle idrâke muktedir olamazsın. Bu iktidâr yokluğuyla sanırsın ki, kitâbullah ile yâhud hadîs ile o bahis doğrulanmış değildir. Bunun için yukarıda dediğimiz vecihle en doğru yol, teslîmiyet ve inkârsız amel yokluğudur. İlâhî lutuf sana dest-gîr (yardımcı) oluncaya kadar sabr edersin.”
“Şurası da sâbit bir hakikatdir ki, senin kalbine gelen ilim, üç yönden hâlî değildir.
İlk yön: İlâhî mükâlemedendir. Rabbânî hâtır (gönül, zihin) yâhut melekî hâtırdan kalbine gelen, o mükâleme (konuşma) kabîlindendir. Bu mükâleme o şekilde olur ki, ne reddine, ne de inkârına imkân olamaz. Çünkü, Hak Teâlâ’nın kullarına mükâlemeleri ve ihbarları bilhassa makbûl olup, mahlûk için onu def etmeğe imkân yoktur. Hak Teâlânın kullarına mükâlemesinin alâmeti, işitenin kalbî mükâlemesinin zarûrî olarak kelâmullah olduğunu bilmek ve onu dinlemesi, varlığının tümelliğiyle olmak ve bir yönle takyîd edilememektir (kayıd altına alınamamaktır). Dahası bir yönden dinlese, diğer yönlerden bakışı kesmeyle onu bir yöne tahsîsine de imkân olmaz. Görmez misin ki, Mûsâ (a.s.), ilâhî hitâbı ağaçtan işitti, fakat dinlemeği, yönle kayıdlamadı; halbuki şecere (ağaç) yöndür. Melekî hâtır (zihin, fikir) zorunlu kabûlde,Rabbânî hâtır’a yakındır; fakat o kuvvette değildir. Şu kadar var ki, zorunlulukla kabûlde Rabbânî hâtır gibi muteberdir.”
“Mükâleme yoluyla Cenâb-ı Hak’dan gelen sırların önemi yalnız mükâlemeye özgü olmayıp, tecellîleri de böyledir. Ne zaman kuluna Hak nurlarından bir şey tecellî ederse, kulu vehle-i ûlâda (ilk başlangıçta) onun Hak nûru, yâhud Hak sıfatı, veyâhut Hak zâtı olduğunu bilirsen, tecellî olduğunda şüphe etme. Bu meseleyi anlamak için iyi düşün! Bu bir denizdir ki, sâhili yoktur.”
“İlâhî ilhâma gelince: Sâlik, hakikat yolunda mübtedî (yeni başlayan) ise, ilhâm ile amel etmek için o ilhâmı kitâbullaha yâhud nebevî hadîslere arz etmek lâzımdır. Eğer bu ikisinden şâhidini bulursa, şüphesiz ilhâmdır; şâhidini bulamazsa inkâr yokluğu ile beraber o ilhâm ile amelden bekleme lâzımdır. Bunun sebebi daha önce geçmiştir. Tevakkufun fâidesi, bazan şeytan daha işin başındaki kalbe ilhâm şeklinde göstererek bazı şeyler atar. Mübtedî (işin başındaki) ilhâmının bu kabîlden olması muhtemel olduğu için, tevakkuf (bekleme) ve Hz. Allah’a yönelme ve usûle tutunma lâzımdır. O hâtırın anlamına, o ilhâmın hakîkatine dair ilâhî fetih (açılım) oluncaya kadar sabır gerekir.
İkinci yön: İnsana gelen ilim, Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat’e nisbet olunan bir zâtın lisânından kalbine gelir. Bu sûrette o ilmin şâhidini veya sahîh mahmilini (deve üzerine konulan binek sepeti) bulursan, o ilim makbûl ve muteberdir, onunla amel edersin. Bulamazsan, akıl nûrunun îman nûruna galebesi ile zayıf îmâna düşenlerden olmayarak, o ilme tâbi olmazsın. Bu tür ilimde savâb yolu, tevakkuf (bekleme) ve teslîm arasında hareketi gerektiren ilhâm meselesinde olduğu gibidir.
Üçüncü yön: Kalbine gelen ilim, Hak mezheb’den i’tizâl ile, Ehl-i bid’ata iltihak eden bir şahsın lisânından gelirse, bu tür ilim merdûddur (reddolunmuştur). Maamâfih, âkil bu tür ilmi de mutlaka inkâr etmeyip, her cihetle kitâbullaha ve ahâdise uygun olanı kabûl ve kitâbullahın ve ehâdisin reddettiğini reddeder. Bununla birlikte Ehl-i kıble meselelerinde bu tür ilim pek nâdir vâki olmuştur. Bu kabîlden olan ilmî, kitâbullah ve ahâdîs-i şerîfe bir yönden kabûl, bir yönden reddetmiş ise, âkil o sûretle hareket eder.”
“Burada izâhı gerektirir bir mesele daha olup, o da kitâbullahda ve ahâdis-i şerîfede gelen mütekâbil meselelerdir. Misâlleri: “Sen sevdiğini hidâyet edemezsin; fakat Cenâb-ı Hak istediğini hidâyet eder” manâsına olan (Kasas, 27/56) âyeti ile; “Sen elbette sırât-ı müstakîme hidâyet edersin” manâsında olan (Şûrâ, 42/52) âyeti. Kezâ manâları “Allah’ın evvelâ halk ettiği akıldır; Allah’ın evvelâ halk ettiği kalemdir”; “Allah’ın evvelâ halk ettiği, yâ Câbir, Peygamberi’nin nûrudur.” Bunlar yekdiğerlerine mukâbil gelmiştir. (…) “Peygamberimiz için olmayıp da, Allah için olan hidâyet, Zâtullah’a hidâyettir. “Peygamberimiz için olan hidâyet, Hakk’a ulaştıran yola hidâyettir” deriz. (…)”
No Comments