Gökhan Özcan’ın “Tiyatronun tiyatrosu” başlıklı yazısından…

 

“Algıları tarihin ve coğrafyanın eski bir kesişim noktasında takılıp kalmış, sonradan yaşanan hiçbir şeyi anlamak için de en ufak bir gayret göstermeyen küçücük bir azınlık var Türkiye’de. Bir ezber üzerinden yaşayıp gidiyor onlar. Hayata ilişkin her durumu da tabiatıyla bu ezber üzerinden hiç düşünmeden karara bağlıyorlar. (…) Onlar her daim ve tartışılmaz biçimde haklı, diğer herkes ise haklılığını her gün ispatla mükellef…

(…) Dar bir çevrede, kendi sesleriyle mutlu mesut yaşadıklarından, pervasızca konuştukları bütün o abes ve kibirli lakırdıların, toplumsal hayat bakımından bir doğruluğu, bir haklılığı, hatta bir anlamı olup olmadığının muhasebesini yapmaları mümkün olmuyor. Birbirlerini, yaşadıkları o dar çerçeveli hayatın genel sığ mantığını, fikir ve sanat başlığı altında ürettikleri imitasyon ıvır zıvırı kutsayarak bir ömür aleme kör, hayata sağır, akvaryumun içinde adeta bir derinlik sarhoşluğuyla yaşayıp gidiyorlar.

(…) Kendi dünyalarında kaskatı ve aslında fazlasıyla acıklı bir biçimde kireçlenmiş durumdalar. Çoğu kez ustaca gizledikleri ama nadiren ağızlarından kaçırdıkları bir şey var: Kendileri gibi olmayanlara nazaran bütün getirileriyle birlikte en az iki kat daha fazla insan sayılmayı hakettiklerine inanıyorlar. (…) Bir delile, bir gerekçeye, bir muhasebeye ihtiyaçları yok, mükemmellikleri için gereken her türlü kanıtı aynaya bakınca görebiliyorlar. Çünkü onlar kendilerine, çerçöpten çattıkları fikirlerine, makyajı bir asır önce akmaya başlamış ucuz sanatlarına, uyuşmuş zihinlerine, demode zevklerine, iliştirilmiş elitizmlerine bayılıyorlar.

(…) Derim ki, bırakalım bu gürültücü kalabalık, bu ibretlik varlıkları, bu hantal egoları, bu çürüyen kibirleriyle orta yerde nasıl yaşıyorlarsa öylece yaşamaya devam etsinler. Bırakalım bu ucuz kumpanyanın uyduruk karakterleri olarak gösterilerine bundan sonra da devam etsinler. Etsinler ki, her defasında onlara bakıp nerede durmayacağımızı, kim olmayacağımızı en kolay, en pratik yoldan bulabilelim. Aman ha kimse dokunmasın onlara, iki yüz kişiyi aşkın can verilerek kanıtlanmış bu buz gibi gerçeğe gözünü kırpmadan ‘tiyatro’ deyip geçebilen bu asılsızlığın, bu insafsızlığın, bu izansızlığın kılına zarar gelmesin! Asla konuşmalarına, kofluklarını dışa vuran lafazanlıklarına herhangi bir engel konulmasın böylelerinin! Aksine yaşatalım onları, gözümüz gibi bakalım, koruyalım. Çünkü onlar, şu günlerde meydanlarda, yol kenarlarında ezilmiş konserve kutusu harabiyetiyle yatmakta olan işi bitmiş tanklar gibi bir köhneliğin ibret vesilesidir bizim için.
Onlara bakalım ve onlarla aynı şey olmadığımız için halimize, insanlığımıza, sahiciliğimize şükredelim. (…) Ve samimiyetle dileyelim ki gün gelsin, bu muhabbetten hiç nasibi olmadan ömrünü tüketen ve bütün yaşadıkları sadece ucuz parodilerden ibaret bu zavallılar da, hayatlarıyla gerçekler arasındaki o kalın perdenin açılacağı dosdoğru bir hayata uyanabilsinler ve kendi çaplarında mahcup olarak aramıza katılabilsinler.
(alıntıların ait olduğu yazıyı okumak için tıklayın)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked