Ekrem Demirli’nin çevirdiği ve Sadreddin Konevî Kitaplığı I olarak yayınlanan(Kapı Yayınları, l.Basım 2014) “Fusûsu’l-Hikem’in Sırları” isimli kitaptan alıntılar

 
“(…) Bu ilimler akıl sahiplerinin ruhlarının gıdasıdır. O akıl sahipleri fikrî ve hissî idraklerin sınırlarının hapsinden kurtulmuşlardır ve Hazretu’l-Kuds’ün genişliğine çıkmışlardır. Böylece eşyanın (şeylerin -a.a.) hakikatlerini küllî (tümel -a.a) mertebelerinde mutlak- mukaddes ilahi idrakler ile idrak etmişlerdir.(…) Bununla beraber, bu kitabın girişinden başka bir bölümünü İbnü’l-Arabî’nin neşvesine (keyif, neşe -a.a) göre şerh etmek istemedim, fakat Allah bereketi ile beni rızıklandırmıştır. Bu rızık İbnü’l Arabî’nin muttali olduğu şeyi bilmede ortaklık, ona açıklanan şey ile müşerref olmak ve sebep ve vasıta olmaksızın ilahi inayet ve zâtî rabıta ile Allah’tan bilgi almaktır. (…). Bilinmelidir ki: Allah, irşadınin nuruyla senin anlayışını açsın ve ilmini, en yüce zâtî ilminin gereği ile tahkik ettirsin.

‘Âdem’e ait’ kelimenin ulûhiyet mertebesine tahsis edilmesinin sebebi, ‘ahadiyet-i cem’ ile ortaklıktır. Dolayısıyla ‘Allah’ ismi ile ifade edilen ‘ulûhiyet mertebesi’, bütün isimlerin özelliklerini, bu isimlerin tafsîli hükümlerini, başlangıçta kendilerinden ortaya çıkıp, sonradan hükmü onlarda sona eren nisbetleri kuşatmaktadır; bu nispetler ile Zat arasında isimlerden herhangi bir vasıta yoktur, nitekim ona, yani ilahi mertebeye nispetle isimlerin dışındaki diğer şeyler ile zat arasında da herhangi bir vasıta yoktur. İşte insan da böyledir. (…) İşte bu nedenle İbnü’l-Arabî insan hakkında şöyle buyurmuştur: ‘O ezelî-hâdis insandır ve ebedi-daim yaratılıştır. (…) İnsanın ‘son’ (âhir) olmasının sırrı ise hüküm ve eserlerinde, başta kendisinden çıktıkları (inbias) gibi tekrar insanda sona ermeleri, zahirî ve bâtınî olarak onda toplanmış olmalarıdır. (…) Dolayısıyla akıllar ve nefisler de cisimler ve ilmleriyle olan hükümleri açısından manevi felekler gibidirler; felekler de onlardan (‘mefatihu’l- gayb’ diye isimlendirilen ana şe’nler) meydana gelmişler ve onlardan zuhur etmişlerdir. (…)

Şu halde ilahi yardım (meded-i ilahi), mutlak-zâtî feyizden (feyz-i akdes) işaret olunan berzahlık ile taayyün eder (belirir) ve ilk akıl (Akl-ı Evvel) mertebesine ulaşır. İlk akıl ‘Kalem’ diye ifade edilir. Bu yardım daha sonra Levh’e, sonra Arş, sonra Kürsî’ye , sonra peş peşe diğer Feleklere ulaşır. İlahi yardım feleklerden unsurlara, sonra Müvelledat (cemadat-nebatat-hayvanat)a ulaşır; böylece uğramış olduğu her mertebenin özellikleri ile boyanmış bir halde sonunda insana ulaşır.

(…) Bu durumda söz konusu insana ulaşan yardım, kesret içinde kesretin ve kesret sûretinin en ileri derecelerine vardıktan sonra onunla yani bu kesretin birliğiyle (ahadiyet-i kesret) berzahlığa ulaşır. (…) Böylelikle ilk akıla ulaşan feyzin kendisinden taayyün ettiği makama ulaşmasıyla ‘Daire’ tamamlanır. Bu bir sırdır ki bunu bilmeyen ve müşahede etmeyen kimse, Allah Teala’nın ‘Emrin bütünü ona döner’ ayetinin hakikatini anlayamaz (Hud, 123). Bu özelliğe sahip kimse, hakkında birleştirici (câmi’) nihai unsurî sureti açısından şöyle denilmiş kimsedir: ‘O en güzel sûrette yaratılmıştır’ (Tin, 5); bu kişiye dair, hakikati açısından ise ‘onun ecri sınırsızdır’ denilmiştir. Bu özelliğe sahip olmayan insan ise esfel-i safilin’e (aşağıların aşağısı) ulaşmıştır; bunun nedeni, o insanın çokluğu sayesinde ilahi ilk vahdaniyet makamından ibaret olan kendi aslından uzaklığıdır. (…)” (alıntılar s. 12-20 arasından)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked