Mahmud Erol Kılıç’ın “Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş” kitabından (Sufi Kitap 1.Baskı Kasım 2009) alıntılar (1)
Kitaba Önsöz‘den:
“Elinizde tuttuğunuz bu eser 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin ondört yıl sonra kitaplaştırılmış halidir. Adettendir tezlerin kitaplaşma sürecinin zaman alması. Beki de kavramlar biraz daha otursun fikirler daha da billurlaşsın diye beklenilir. (…) (Nedim Tan) bol dipnotlu bir akademik tezi daha kolay takip edilebilir hale getirdi, gerekli tashih ve ta’dillerde bulundu ve tez nihayet elinizdeki surete büründü. (…) Dünyanın pek çok yerinde, bir çoğuna müellifin de iştirak ettiği ‘ULUSLARARASI İBN ARABİ’ konferansları yapıldı, onlarca tebliğ sunuldu. Mamafih bu eserin yayınlanması konusunda bizi cesaretlendiren şey belki de bütün bu gelişmelerin tezin ana fikrini değiştirecek yeni bir görüş getirmemesiydi. (…) Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde ‘Tasavvuf Bilim Dalı’nin kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…) Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabi üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümid edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun. (…) Müellif ” (s. 7-8)
“İslami tefekkür mektepleri içerisinde ehl-i keşf ve’l- vücûd olarak anılan muhakkikler tâifesinin görüşlerine (şuhûd) göre Varlık (Vücûd) parçalanamaz bir bütündü. (…) O Gizli Hazine açıldı ve yayıldı (bast). (…) Olan hep O’ydu ama her bir mertebede o derecenin isteğine göre şekli çizilen ve kalitesi belirlenen farklı elbiselere (mazhar) büründüğünden tanıyamayanlara her bir elbisenin altında farklı biri varmış gibi gözüktü. (…) Sâhib-i vücûd olmuş bu muhakkiklere göre damla dereye, dere nehire, nehir deryaya aitti. (…) Ve yine İlk (el-Evvel) O’ydu, Son (el-Âhir) O’ydu, İç (el-Bâtın) O’ydu ve Dış (ez-Zâhir) O’yduysa bundan gayri bir beşinci keyfiyete yer (Hiç) kalmış mıydı? (…) Güneş bir taneydi ama yerdeki kırık ayna parçaları kendi adedlerince güneş göstermekteydiler. (…)” (s. 9-10)
“Meşhur meşşâî feylesofu ve kadı İbn Rüşd’ün ilmî hayatında sınırlı bir şekilde yer almış iki sûfîden birisi de o sıralarda daha henüz on beş yaşlarında bulunan İbn Arabî olmuş ve merakını çeken bu gençle İbn Rüşd bizzat görüşme talebinde bulunmuştu. İbn Arabî bu görüşmeyi şöyle anlatır: “…Bir gün kadı Ebu’l-Velîd İbn Rüşd’le görüşmek üzere Kurtuba’ya gelmiştim. Halvetim esnasında Rabbimin bana açtığı kapılar kulağına gelmiş ve bunun üzerine benimle tanışmak istemiş. Bu konuda kendisine ulaşan haberleri duyunca çok ilgisini çekmiş. Beni onun yanına güya bir şey için babam göndermişti. Ama esas mesele benim onunla tanışmamı sağlamaktı. O zaman daha henüz (…) bir çocuktum. Yanına girdiğim zaman oturduğu yerden kalktı ve muhabbet ve hürmetle beni kucakladı, sonra ‘evet’ dedi. Ben de ona karşılık ‘evet’ dedim. Onu anladığımı düşünerek mutluluğu daha da arttı. Ben ona bu mutluluğu verenin ne olduğunu hissedince bu sefer ‘hayır’ dedim. Bunun üzerine bozuldu, yüzünün rengi değişti. Düşündüğü şeyde şüpheye düştü. Bana ‘Senin keşf ve ilâhî feyz’de bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?’ diye sordu. Ona hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diye cevap verdim. ‘Bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesedlerinden fırlar’ deyince benzi sarardı, titreme geldi, birden sanki elli yaş yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamıştı… Yani ‘müdâviü’l-külûm’dan (yaraların iyileştiricisi anlamında, kutbun sıfatlarından) bahsediyordum. Daha sonra benim hakkımda sahip olduğu intibâını, bana muvafık mı yoksa bana muhalif mi olduğunu aktarması için babama bir kere daha buluşma talebini iletmişti. O fikir ve aklî nazar ehli birisiydi. ‘Bu zamanda herhangi herhangi bir ders görmeden, bir mütaaladan etkilenmeden, bir kitabı okumadan hasılı bir dizi inceleme-araştırma yapmadan cahil bir şekilde(!) halvete girip de böylesi bir bilgiyle oradan çıkan birisini bana gösterdiği için de Allah’a şükrederim ‘ demiş. ‘Bu gibi hallerin erbabı kalmadı, hiç görmedik’ demiş. (…)’ ” (s.28-29)
“İbn Arabî’nin İbn Rüşd’le ikinci görüşmesinden ise İbn Rüşd’un haberi olmadı; zira bu görüşme zâhir gözüyle değil de ancak sûfilere has bir yöntemle manevi âlemde gerçekleşmişti. İbn Arabî’nin anlatımıyla ‘Daha sonraki yıllarda kendisiyle bir ikinci kez görüşmeyi isteyince Allah’ın rahmeti üzerine olsun kendisi suretiyle beraber benim vâkıama getirildi ve onunla benim arama ince bir perde kondu. Ben o perdeden baktığımda onu görebiliyordum ama o beni göremiyor, benim mekanımı bilemiyor ve benden uzak kalıyordu. Bunun üzerine onun bizim muradımız üzere olmadığını anladım. Onunla 595 yılında Merakeş’te Hakk’a rücû ettiği yıla kadar bir daha bir araya gelmedik. Vefatından sonra naaşı kabrinin bulunduğu Kurtuba’ya getirilmişti. (…) Ben yanımda Ebû Saîd’in veziri fakih, edin Ebu’l-Hasen Muhammed b. Cübeyr ve efendim Ebu’l-Hakem Amr b.Serrâc ile olanları izliyordum. Ebu’l-Hakem bize dönüp ‘İmam İbn Rüşd’ü bu bineği üzerinde ne dengede tutuyor baksanıza! İşte İmam işte amelleri yani te’lifâtı’ dedi. Bunun üzerine İbn Cubeyr de ‘Hay ağzına sağlık, ne de güzel yakıştırdın evlat!’ demişti. Ben de bu olayı bir mev’ize olarak hatırlarım. Allah onların hepsine rahmet etsin! Bu cemaatten bugün benden başkası hayatta değil. Bu olay için şu beyti söyledik: ‘İşte imam ve işte eserleri! Ah bilebilseydim, gerçekleşmiş midir emelleri?’ ” (s. 29-30)”
No Comments