Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “İBNÜ’l-ARABÎ, Muhyiddin Tasavvuf ve İslam düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif” maddesinden (yazan:Mahmud Erol Kılıç) alıntılar
17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs’un güneydoğusundaki Tüdmîr bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de doğdu. (…) Babası Ali b. Muhammed, Abbasi Halifesi Müstencid-Billâh’ın kumandanı ve yöre valisi Muhammed b. Sa’d İbn Merdeniş’in hürmet ettiği bir kişiydi, aynı zamanda filozof İbn Rüşd’un yakın arkadaşıydı. İbnü’l-Arabî babasının çok Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan takva sahibi bir zat olduğunu, Nur isimli annesinin ise ensar soyundan geldiğini, Fatıma bintü’l-Müsennâ adlı bir kadın Veli’nin sohbetlerine katıldığını söyler. (…) İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini takdir edenler onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine ‘Şeyhü’l-Ekber’, dini ilimlerde müceddid oluşunu da ‘Muhyiddin’ lakaplarını vererek ifade etmek istemişlerdir. (…) İbnü’l-Arabî İşbiliye’de böyle bir kültür ortamında buluğ çağlarında bir manevî işaretle inzivaya çekilip kendi iç âlemindeki hazineleri ortaya çıkarmaya karar verdiğini, bazan on dört ay kadar süren bu halvet ve riyâzetlerin neticesinde marifet kapılarının kendisine yavaş yavaş açılmaya başladığını söyler (el-Fütûhât, l,616)
Bu sıralarda henüz on beş-on altı yaşlarında bulunan İbnü’l-Arabî, İbn Rüşd’un dikkatini çekmiş, İbn Rüşd bu gençle tanışmak için babasından görüşme talebinde bulunmuştu. (…) bu görüşmede filozofun kendisine, ‘senin keşif ve ilâhî feyzde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?’ diye sorduğunu, ona hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diye cevap verdiğini, bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar’ deyince İbn Rüşd’un benzinin sarardığını, titremeye başladığını, birden sanki elli yaş yaşlandığını söyler ve bu görüşmenin sonunda İbn Rüşd’un, herhangi bir eğitim ve öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle bir bilgiyle oradan çıkan birini kendisine tanıttığı için Allah’a şükrettikten sonra, ‘Zira artık bu gibi hallerin erbabı kalmadı, biz hiç görmedik’ dediğini, kendisinin de, ‘Allah’a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bunlardan biriyiz’ diye karşılık verdiğini kaydeder (el-Fütûhât nşr-ll- 372-373). (…) Bu suretle zahirî ilimlerde yeterli derecede eğitim aldıktan sonra manevi ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha fazla yönelen İbnü’l-Arabî, 580 (1184) yılında seyrü sülukunun henüz başında iken bazı tasavvufi makamlara ulaştı (el-Fütûhât,ll, 425). (…) İlk mürşidinin adını Ebü’l-Abbas el-Uryebî olarak verir. (…) Birkaç defa gittiği Fas’ta dört yıl kadar kaldı. Burada da pek çok sûfî ile tanıştı. Kendisine yaklaşık yirmi üç yıl arkadaşlık ve yoldaşlık edecek olan Abdullah Bedr el-Habeşî ile burada karşılaştı. Sonra Gırnata ve Kurtuba’ya geçti. Bu onun doğup büyüdüğü Avrupa kıtasındaki son ikameti oldu. Merakeş’te iken aldığını söylediği manevi bir işaretle 596’da (1200) Doğu’da doğru yola çıktı. Mekke’ye kadar gidip ilk haccını yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika’ya döndü. Gayesi Sufi Ebu Medyen’in ikamet ettiği Bicâye şehrine gidip kendisiyle görüşmekti. Ancak Ebu Medyen bir süre önce (594/1198) vefat etmiş olduğundan görüşmek mümkün olmadı. Bununla beraber O’nun ruhaniyeti den hayatı boyunca istifade ettiğini sık sık belirtmiştir. (…) Medine’de Peygamberin kabrini ziyaret edip (Zilhicce 598/Eylül 1202) Mekke’ye ulaştı. Orada ders halkalarına devam etti, Harem-i Şerif’te tavafla meşgul oldu, bunun dışında zamanını murakabeyle geçirdi. (…) Bu arada Kâbe’yi muhatap alarak yazdığı mektupları Tâcü’r-resâ’il adlı kitabında topladı. Yirmi üç yılda tamamlanan el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ilk defa burada kendisine ilham edilmeye başladı. (…)
İbnü’l-Arabî Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir haç kâfilesine katılarak Bağdat’ta gitti(601/1204). Burada on iki gün kadar kalıp Musul’a geçti. Orada bazı âlimlerle sohbetlerde bulundu. Musul’da bir yıl kadar kalan İbnü’l-Arabî ibadetlerin sırlarına dair et-Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye adlı eserini burada kaleme aldı. Ertesi yıl (Zilkade 602/ Haziran 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya geldi. Bağdat’tan bu yana Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ve Harranlı Ebu’l-Ganâim’in azatlı kölesi Abdullah Bedr el-Habeşî de kendisine refakat etmekteydi. Bu sırada ikinci defa Anadolu Selçuklu tahtına çıkan I.Gıyaseddin Keyhüsrev eski dostu Mecdüddin İshak’ı Konya’ya çağırınca İbnü’l-Arabî de onunla beraber Konya’ya gitti. Bir müddet daha Konya’da kaldıktan sonra Halep, Kudüs, Mısır yoluyla Mekke’ye gitti. Oradan yine Bağdat’a, ardından Konya’ya döndü. İbnü’l-Arabî daha sonra Malatya’ya yerleşti.
İbnü’l-Arabî, eserlerinin zihnî ürünler olmaktan ziyade birer ‘ilâhi imlâ’ olduğunu özellikle vurgular (el-Fütûhât, I, 59). İbnü’l-Arabî’nin, kitaplarını müsvedde yapmadan ve bütün yazılarını kendisine geldiği gibi kaleme aldığını ifade etmesi ilginç ve düşündürücüdür. Yazdıklarını sadece Allah’ın izniyle yapabildiğini söyler; ancak sahip olduğu bütün bilgileri açıklamadığını, kendisine verilen izin kadar açıklama yaptığını belirtir. Çok geniş bir alanda yazmış olduğu eserlerinin hareket noktasının ‘marifetullah’ olduğuna vurgu yapar. (…)”
No Comments