Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş
Mahmud Erol Kılıç‘ın ‘Kitaba Önsöz’ün ilk cümlesi olarak “Elinizde tuttuğunuz bu eser 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin on dört yıl sonra kitaplaştırılmış halidir.” dediği o kitaptan yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
” (…) Tabii ki o seneden bugüne gelinceye kadar bazı yeni metinler keşfedildiğini, neşirler, makaleler yayınlandığını, tezler yapıldığını da hatırlatmak isteriz. Dünyanın pek çok yerinde, bir çoğuna müellifin de iştirak ettiği ‘Uluslararası İbn Arabî’ konferansları yapıldı, onlarca tebliğ sunuldu. Mamafih bu eserin yayınlanması konusunda bizi cesaretlendiren şey belki de bütün bu gelişmelerin tezin ana fikrini değiştirecek yeni bir görüş getirmemesiydi. Zaten ‘Geleneksel ilimlerde’ hakikat yeni buluşlar ışığında iptal değil ancak tenvir edilirse isabet edilmiş sayılırdı. Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde ‘Tasavvuf Bilim Dalı’ nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…)” (Müellifin ‘Kitaba Önsöz’ünden)
“(…) Tabiatıyla en çok başvurduğumuz eser olan el-Fütûhât‘ın ise iki farklı nüshasını kullandık. (…)
“(…) Özellikle dikey, enfüsî terminolojiyle yapılan bir ilim olan tasavvufun sırf tefhîm-i kelâm (sözü bildirme -a.a.-) için, meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için yatay, âfâkî ıstılahlar (terimler -a.a.-) kullanmak zorunda kalındığı durumlarda bu daha da aşikâr bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ ‘Benim bu söylediklerim mantıkî bir sisteme tâbi değildir’ diyen İbn Arabî’nin sisteminden bahsetmek, ‘Enbiyâ ve evliyânın yolu fikir ve nazarla değildir’ diyen İbn Arabî için onun fikirleri demek, ‘feylesoflar aslında kendilerinde olmayan bir takım görüşleri başkalarından toplayarak değişik lâflar altında naklederler’ diyen İbn Arabî için İslâm’ın kendi öz feylesofu tabirini kullanmak, bazen ilm-i hakâyık için metafizik kelimesini, merâtib-i vücûd için ontoloji, keşf ve tecellî ile elde edilen maârif için epistemoloji, seyr-i sülûk için psikoloji tabirlerini kullanmak hep meseleyi modern zihni oluşturan kavramlar aracılığıyla anlatabilmek ihtiyacından doğmaktadır. (…) En başta Vücûd terimi olmak üzere onun kullandığı birçok mefhum (kavram -a.a.-) ilk defa kendisi tarafından icad olunuyor değildi. Ne var ki o, birçoğunun beşeriyet elinde oynana oynana kaymış semantik manâlarını bulup çıkardı ve bunlara yeni manâlar yükledi, yeni ruhlar üfledi. Zira ona göre , sûretler, kalıplar ihtilaf eder ama manâ birdir.
Ayrıca bu çalışmanın bidayetinden itibaren göstermiş olduğu büyük sabır ve hoşgörüsüyle sahip olduğu engin bilgisinden istifade etmeme müsaade eden kıymetli hocam muhterem Prof. Dr. Mustafa Tahralı beyefendiye nihayetsiz minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç telakki ederim. Çalışmam esnasında her zaman kendisinden büyük şefkat ve yakınlık gördüğüm fakat çok merak ettiği tezimin iki kapak arasına girmiş olduğunu göremeden âlem-i misâlde istirahat ettiği bir esnada ebedî istirâhatgâh olan âlem-i aşk-ı hakîkîye urûc eden mazhar-ı serâpâ-rahmet Yrd.Doç.Dr. Selçuk Eraydın beyefendiye Cenâb-ı Allah’tan sonsuz rahmet niyâz ederim. (…) Mahmud Erol Kılıç Kasım 1995 İstanbul. “(…) Mesela bâtın ehlinden elini tuttuğu ilk zâtın, ilk mürşidim dediği Ebu’l-Abbas el-Uryebî olduğunu söyler ve bu zâta olan ilk bîatını da şu ifadelerle anlatır: ‘Henüz bu yollarda idim ki İşbiliyye’ye gelen ilk şeyhim, kendisine bağlandığım ilk mürşidim el-Uryebî’nin huzuruna çıktım. Kendisi tam bir zikir ehli idi. Benim hangi manevî halde ve hangi ihtiyaç içerisinde olduğumu bilirdi. (…) Ben de onun bu tavsiyelerini bana feth vâkî oluncaya kadar uyguladım. Ayrıca ‘İlk mürşidimin devam ettiği ve bana verdiği zikir Allah esmâsıydı’ diyerek bu zâttan esmâ telkini aldığını da ifade etmektedir (el-Fütûhât III/298-300) “(…) ‘İnsanlığın mevcut hâli beni çok üzüyordu. Bir gün bu düşüncelerle hayli dertli bir halde Uryebî’nin huzuruna girmiştim. (…) ‘Evladım sen halka değil Hakk’a bak! dedi. Onun huzurundan ayrıldıktan sonra daha aynı sıkıntılı hâl üzerimdeyken bu sefer şeyh Mirtûlî’nin meclisine geldim. Beni görünce o ise ‘Evlâdım sen kendine bak!’ dedi. Bunun ben artık dayanamadım ve ‘Ey üstâdım! Biriniz Hakk’a bak diyor, diğeriniz kendine bak diyor, ben ikiniz arasında şaşırıp kaldım; iki iz de bu yolun kâmil rehberlerisiniz, peki hanginizin sözü doğrudur?’ diye sordum. O, ‘Her ikimiz de hâlimize göre sana yol gösterdik. Ama esas olan Şeyh Uryebî’nin dediği doğrudur. Umarım ki bir gün onun dediği o mertebeye erersin. (…) Ben onun bu dürüstlüğüne hayran bir hâlde tekrar Uryebî’ye gittim ve Mirtûlî’nin dediklerini aynen ona naklettim. Bunun üzerine o da ‘Ne güzel demiş. Ben yoldaşa (refîk) işaret etmiştim o ise yola (tarîk) işaret etmiş. Şimdi sen hem onun dediğini ve hem benim dediğimi beraberce alırsan hem yolu hem de yoldaşı birleştirmiş olursun’ dedi.” (el-Fütûhât,II/224)
No Comments