Mevlânâ’nın FÎHİ MÂ FÎH’inden alıntılar

 

“Temyîz (ayırma) büyük bir nimettir.”

“Ehlinin gayrine hüsn ızhârı zulm olur.”

“Allah kişi ile onun kalbi arasına girer.” (Enfâl, 8/24)

Tâ Hâ. Biz Kur’ânı sana zahmet çekesin diye indirmedik.”

” Baş odur ki onda bir sır ola. Yoksa bin baş bir pula değmez.

“Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşr olursunuz (toplanırsınız).”

“Cenâb-ı Mevlânâ (k.s.) efendimiz buyurdular: “Sözün faydası odur ki, seni talebe sevk eder; yoksa söz matlûbu (talep olunanı) hâsıl etmez. Eğer böyle olsaydı, bu kadar mücâhedeye ve kendinin fenâsına hâcet olmazdı.”

“Suya gark olan kimseden zâhir olan her bir fiil, onun fiili değildir, suyun fiilidir. Eğer su içinde henüz el ayak hareket ederse, ona gark olmuş demezler. Halbuki o: “Eyvah boğuldum” diye bağırır; buna da istiğrak demezler. Nihayet bu “Ene’l-Hak” demeyi herkes büyük davâdır zanneder. “Ene’l-abd” davâsı büyüktür. “Ene’l-Hak” davâsı azîm tevâzu’dur. Zîrâ “Ben abd-i Hudâyım” diyen kimse, iki mevcûd isbat eder. Birisi kendisi için ve diğeri de Hudâ içindir. Fakat “Ene’l-Hak” diyen kimse, kendisini yok edip ve ber-hevâ eyleyip “Ene’l-Hak” der; yani “Ben yokum, hep O’dur; Hudâ’dan başka mevcûd yoktur; ben külliyyen adem-i mahzım ve hiçim” der. Bu makamda tevazu ziyâdedir. Şu kadar ki, halk anlamıyorlar. Halk için hasbeten-lillah mertlik eden bu kimsenin nihayet arada bendeliği vardır. Bu mertliği her ne kadar Hak için ise de, kendisini ve fiilini görür. O suya gark olmadı. O kimse suya gark olmuştur ki, onda hiçbir hareket ve fiil kalmaya. Onun hareketleri, ancak suyun hareketi ola.

Arslanın biri, bir âhûyu kovaladı; âhû ondan kaçtı. Kaçtığı kadar, iki vücûd var idi, birisi arslanın vücûdu, diğeri de âhûnun vücûdu idi. Fakat arslan âhûya yetişip, âhû onun pençe-i kahrı altına gittiği ve arslanın heybetinden bî-hûş ve bî-hûd olarak onun önünde düştüğü vakit, yalnız arslanın vücûdu kaldı. Âhûnun vücûdu mahv oldu ve kalmadı. İşte istiğrak budur. (…) Hak Teâlâ o şeyleri onun nazarına gösterir ve musavver kılar. Şu hâlde ona havf ve recânın ve bilcümle râhatların ve müşahedelerin Hak’dan olduğuna yakîn hâsıl olur. Bu havf müşahededir, delîl ile değildir. (…) Delîl pâyidâr olmaz, çabuk unutulur. (…)

Büyüklerin kelâmları, her ne kadar, muhtelif sûretlerde görünüyorsa da, yine hepsi birdir. Hak bir ve yol bir olunca, söz nasıl iki olur?.. Surette muhâlif görünür, manâda birdir. (…)

İnsan büyük şeydir; onda her şey yazılmıştır. Zulumât perdeleri kendindeki o ilimleri, onu okumaya bırakmaz. Zulumât perdeleri, dünyanın bu türlü türlü meşguliyetleri ve tedbirleri, arzularıdır. (…) Nazar eyle ki, zulmetler ve perdeler kalktığında, nelere vâkıf olur ve kendinden ne ilimler ortaya çıkar. Nihayet türlü meslekler ve sanayi insanın bâtınından peydâ olmuştur ; taştan ve kerpiçten zuhûr etmemiştir. Ölüyü mezara gömmesini insana bir karga öğretti derler. O da insanın kuşa çarpan bir aksi idi. (…)

Söz, kelâm ehli olan kimselerden kesilmiş değildir. Kelâm dâimâ ona ulaşır ve söz ona muttasıldır (kavuşandır). (…) “

.



No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked