“Vücûd(Varlık) birdir; fakat büründüğü örtüler muhtelif ve pek çoktur.”

 


MUHYİDDİN İBNU’L-ARABî’nin FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi- III’den (Tercüme ve Şerh: AHMED AVNİ KONUK ; Hazırlayanlar: Prof. Dr. MUSTAFA TAHRALI- Dr. SELÇUK ERAYDIN) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Muhyiddîn İbnü’l-Arab Füsûs’ta “Hak, ma’nâ yönüyle, görünür olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak, Bâtındır; bundan dolayı Hakk’ın âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, müdebbirin (tedbirlinin) rûhunun sûrete nisbeti gibidir.” diyerek Hakk’ın bir bakıma “âlemin rûhu” olduğunu ifade etmiştir.

Ahmed Avni Bey bu cümleyi şöyle şerh etmiştir: İlâhî isimler Zât’ın şe’nleridir. Zât’ın şe’nleri ise Zât’ın aynıdır. Zâhir ismi ilâhî isimlerden biridir. Bu zâhir ismi âlemin zâhir olmasnı gerektirir. Zîrâ mazhar, yani bir zuhur yeri olmaksızın bir ilâhî isim zuhûra gelmez. Bu bakımdan “Âlem Hakk’ın Zâhir ismi”olunca, Hak âlemin ”ayn”ı olmuş olur. Bu takdirde âlem Hakk’ın “sûreti” ve “hüviyeti” olmuş olur. İşte bu bakımdan Hak bütün aklî, hissî, rûhânî ve cismânî sûretlerden zâhir olan şeylerin, “ma’nâ” ve “hakîkat” yönüyle, rûhu olur. Hakk’ın âlemin rûhu olması demek, Hak bâtndır demektir. Şu halde âlemde zuhûr ve ma’nâda butûn Hakk’ın hüviyetidir. Hak hem zâhir olanın ve hem de bâtın olanın “hüviyet”i olunca, Bâtın oluşun Zâhir oluşa nisbeti, herhangi bir sûreti tedbîr eden rûhun o sûrete nisbeti gibi olmuş olur.

A. Avni bey bunu şöyle bir misalle açıklamaktadır: ” insan” kelimesini kağıt üzerine yazdığımızda, gözümüzün önünde bir sûret zâhir olur. bizi böyle bir sûreti yazmağa sevk eden o kelimedeki “ma’na”dır. işte bu ma’nâ o sûretin müdebbiridir. Yazdığımız kelime “zâhir” ve onun rûhu mesabesinde olan ma’nâ da “bâtın”dır. Bir bakıma bu sûret anlamının gayri değildir; yâni ikisi arasında bir gayriyet yoktur. Bu sûretin zâhiri, bâtını olan anlamının aynıdır; ikisi arasında ayniyet vardır. şayet bu ikisi arasında her bakımdan bir gayrılık olsa idi, o sûreti gördüğümüzde ma’nasına intikal etmek mümkün olamazdı. Başka bir ifadeyle, zâhir olan sûretten, bâtın olan ma’nâsına geçilemez; kısacası zâhirden bâtına intikal edilemezdi. Aynı şekilde şayet sûret ve ma’nâ arasında bir ayniyet olmasaydı, zihnimizde var olan “ma’nâ” yı ızhar için, çizdiğimiz bu “sûret”i çizmeyip, başka bir sûret çizmek gerekirdi.

İşte bu misâlde ifade edildiği gibi, vücûd mertebelerinin her birinde “kelimeler” hâlinde zâhir olan “sûretler”in kendilerine has “batın”ları, yâni “ma’nâ” ve hakîkatleri vardır. Her bir mertebede zâhir olan varlıkların Bâtın’ı HAK’tır. Hakk’ın ilminde zâhir olan a’yân-ı sâbitenin bâtını ilâhî isimler, rûhlar âleminde zâhir olan sûretlerin bâtını ise rûhlar ve şehâdet âleminde zâhir olan sûretlerin bâtını ise misâl âlemindeki sûretleridir. Bütün bu mertebeler göz önünde bulundurulacak olursa, şehâdet âlemine nisbetle Hak “ebtan-ı butûn” yâni bâtınların en bâtını olmuş olur. İşte bu bakımdan âlem meşhûd (müşahede edilen) ve Hak ma’kuldür denir..




No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked