Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III, Süleyman Fassı’ndan alıntılar
“Fir’avn, İsrail Oğulları’nın boğulmaktan kurtulması ve kendi üzerine galebeleri vaktinde ‘Benî İsrâîl’in iman ettikleri şeye iman ettim’ (Yûnus, 10/90) dedi. Ve onun imanı vaktin hükmüne uyarak vâki oldu. Dolayısıyla Benî İsrâil’den olan sihirbazların Allah Teâlâ’ya îmanlarında Mûsâ ve Hârûn’un Rabbi (A’râf, 7/122) deyip imanlarını özelleştirdiklerini ve bu tahsîs ettikleri îmân sebebiyle garktan kurtulduklarını gördüğü için Fir’avn da onların bu imanla eriştikleri kurtuluşa nâil olacağını umarak imanını Benî İsrâîl’in imanıyla özelleştirdi. Oysa bu karşılaştırmasında iki yönden hatâ etti. Zira sehare ( sihirbazlar) ‘Âlemlerin Rabbine iman ettik’ (A’râf, 7/121) demek suretiyle imanlarını ilk olarak mutlak kılma ve bildirme ve daha sonra ‘Mûsâ ve Hârun’nun Rabbi olan’ (A’râf, 7/122) diyerek nebîlerinin imanıyla özelleştirmiş idiler. Fir’avn bunun farkına varmadı. İkincisi Fir’avn, imanını seharenin imanı gibi, nebîlerinin imaniyle de kayıdlamayıp, Benî İsrâil’in imaniyle özel kıldı. Fakat Belkîs ‘Süleyman’ın İslâmıyla âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim ve boyun eğmiş oldum’ (Neml, 27/44) dediği için, onun islâmı, Süleyman (a.s.) ın islâmı oldu. Dolayısıyla Belkîs teslim ve boyun eğme hususunda tamamiyle Süleyman (a.s.) a tâbi olmuş oldu. Ve bu uyması sebebiyle, Süleyman (a.s.) itikaddan nasıl bir itikadın yanından geçti ise, Belkîs de o itikadın yanından geçti. Zira yol bilmeyen bir kimse, yol bilen bir rehbere tâbi olup onunla beraber gittiğinde, tamamiyle rehberin geçtiği yollardan geçer ve aslâ ondan ayrılmaz. Ve tâbi olan Belkîs’in Süleyman’a uyması şuna benzer ki, bizim ruhumuz ve müdebbirimiz (düşünce ile hareket eden) olan özel Rablerimiz, her birerlerimizin alınlarından tutup, bizi kendi doğru yolu üzerinde çeker, götürür. Bizim ondan ayrılmamız mümkün değildir; zîrâ biz ona tâbiiz, o bizim metbûumuzdur (tâbi olunan). Ve bizim nâsiyelerimiz (alınlarımız) o özel ismin elindedir. (s. 244-245)
Şu halde özel Rab bizim bâtınımız olduğundan biz zımnen O’nunla beraberiz. Ve biz O’nun zâhiri olduğumuz için O açıkça bizimle beraberdir. Ve bu, zımnen bizim O’nunla ve sarîhan O’nun bizimle beraber olmasının delîli, Hak Teâlâ’nın ‘Siz nerede olsanız o sizinle beraberdir’ (Hadîd, 57/4) şerefli sözüdür. Zîrâ nerede olursak olalım, O’nun bizimle beraber olması, O bizim bâtınımız, biz O’nun zâhiri olmamıza bağlıdır. Dolayısıyla Hak, bizim alınlarımızı esmâsı eliyle tuttuğu için biz Hak ile beraberiz. Ve bizim belirmiş olan varlıklarımız, Hakk’ın mutlak varlığının bu isimleri hasebiyle belirmesi ve kayıdlanmasından ibâret olup, O’nun varlığının gayri olmadığından, her bir ismin doğru yolunda bizimle beraber yürüyen Hak’tır. Böylece Hak, kendi nefsiyle beraberdir. Ve mâdemki âlemin sûretlerinden her birisi bir ismin mazharıdır; ve o isim kendi mazharını alnından tutup kendi doğru yolu üzerinde götürür; şu halde âlemin fertlerinden doğru yol üzerinde olmayan hiçbir ferd yoktur. Ve bu sırât (yol) da mutlak Rabbin esmâsına mahsûs olan sırâttır. Ve Belkîs, cenâb-ı Süleyman’ın zımnen (açıktan olmayarak) ve tebean (uyarak) Allah ile olduğunu bildi;’o Âlemlerin Rabbi Allah’a (Neml, 27/44)’ dedi. Ve Allah âlemlerin tümünün mürebbîsi (terbiye edici) olduğundan bir âlemi tahsis etmedi. Zirâ cenâb-ı Süleyman kâmil insandır. Ve kâmil insan câmi isminin mazharıdır. Dolayısıyla Süleyman (a.s.)a uyma, farklı rableri toplayıcı olan mutlak Rabbin doğru yolu üzerinde yürümeyi gerektirir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ‘Erbâb-ı müteferrika mı hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı hayırlıdır?’ (Yûsuf, 12/39). Dolayısıyla Belkîs, imânında genelleştirme yaptı, özelleştirme yapmadı.” (s.245-246)
No Comments