Fusûsu’l-Hikem (müellifi: M.İbn’ul Arabî) Tercüme Ve Şerhi(Ahmed Avni Konuk)-II’den(Yay. Haz. :Prof.Dr. Mustafa Tahralı merhum Dr.Selçuk Eraydın, İFAV 7. Baskı 2017) alıntılar
“Biz onlara âyetlerimizi ufuklar ve nefislerde gösteririz; tâ ki Hak onlara zâhir (görünür) ola.” Ve yine kudsî hadîste “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeme muhabbet ettim; halkı (yaratıkları) bilinmem için yarattım.” İşte bu âyet ve hadîs Hakk’ın âleme bakışla bilinebileceğinin şâhididir. Me’luh (ilah edinen) ilâhın delili olduğundan, o bilinmeyince Zâtın ilâh olduğu bilinmez. Dolayısıyla Allah’ın uluhiyyetini bilmek âleme bakmağa bağlıdır. Zîrâ ulûhiyyet mertebesi ne kadar ilâhî isimler ve rabbânî sıfatlar varsa hepsini toplayıcıdır. İsimler ve sıfatlar ise mazharlar olmayınca taayyün ve tahakkuk etmiş olmazlar. Fakat Hakk’ın zâtî varlığı aslâ bir şeye bağlı değildir. Çünkü zâtlığı yönünden isimlerden ve onların mazharları olan âlemlerden ganîdir. (s.56-57) (…).
“Allah var idi, O’nunla beraber bir şey yok idi; el’ân (şu ân) da öyledir.” Yani “A’yân(açık, belli) varlık kokusunu duymadı.” dediklerinin anlamı budur. Dolayısıyla Hakk’ın varlığı bu âlemde kendi ilmî sûretlerine ayna oldu. Ve aynanın kendisi nasıl ki gizli ve içindeki basılı/yaradılıştan olan sûretlere görünür ise, Hakk’ın varlığı da öylece gizli ve bu basılı / yaradılıştan olan ilmî sûretlere görünür oldu.
Ahadiyyet mertebesinde vahdet üzere iken, birbirimizden ayrıldığımızdan bazımız bazımıza görünür olur. Ve yokluk bilinmezliği içinde birbirimizi bilmez iken, bazımız bazımızı hakkânî varlık ile Ârif olur (tanır). Ve her sûretin zâtî özelliği bulunduğundan, bazımız bazımızdan seçkin olur. (s.58)
Zuhûr ve seçkinlik başta ilk taayyün mertebesinde meydana gelmiştir. Çünkü bu mertebede Hakk’ın zâtı yine kendi zâtına olan ilk tecellisi ile hakikatlerin ilmî sûretleri meydana geldi. Ve her bir sûret zâtî özellikleriyle birbirinden ayrıldılar. Bunların aralarında zâtî ve sıfatî olan bir takım ilişki gereğince birbirini tanıma/ tanışma ve ilişki yokluğu nedeniyle de tanımazlık/bilmezlik vaki olur. Dolayısıyla Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimizin hadîs-i şerifinde beyan buyrulan ruhlar âlemindeki tanı/ş/ma ve tanımazlık ilmî mertebedeki tanıma ve tanımazlığın sonucu olduğu’ gibi, bu içinde bulunduğumuz şehadet mertebesindeki tanıma ve tanımazlık da ruhlar âlemindeki tanıma ve tanımazlığın neticesidir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar: Tercüme: “Cânımızda var idi evvelce / Bir teârüf ki tanıştık burada / Bugünün ülfeti mâzîdendir/ Sen unuttun onu lâkin arada” (s.59) (…). Ma’lûmdur ki, sabit hakikatler ilâhî ilimde sâbit olan ilâhî isimlerin sûretleri ve mazharlarıdır. İlâhî isimler ve sıfatlar ise kadim (öncesi bilinmeyen veya olmayan/eski) olan zât ile kâim ve onun aynıdır. Bu surette a’yân-ı sâbite hakikat yönünden zâtın aynı olur. Zât ise bâkî, ezelî ve ebedîdir. (…) Hâdî isminin gerektirdiği hidâyettir. Onun zıddı olan dalâleti gerektirmez. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz Hâdî isminin tam mazharı olduklarından “Beni gören beni görmüştür. Zîrâ şeytan bana temessül etmez (benzer duruma giremez) buyururlar. (s.64)”
No Comments