Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi- III’den yer yer alıntılar
“Şehadet âlemine ‘kevn ve fesâd’ (oluş ve bozuluş) âlemi de denilmiştir. Zira ‘kevn’ bir sûretin meydana gelişi, ‘fesâd’ ise bu sûretin dağılıp, bozulup yok oluşudur. Su kaynatıldığında buhar olur; suya ait suret ve nitelik yok olur. Bu bir ‘fesâd’dır. Meydana gelen buhar ise bir ‘kevn’ yani yeni bir oluştur. Böylece bu âlemde her sûretin ‘kevn’inde bir ‘fesâd’ ve her sûretin ‘fesâd’ında da bir ‘kevn’ vardır. Bu cisimler âlemindeki her suret devamlı olarak bir oluş ve yokoluş içindedir. Buna misâllerin / benzerlerin yenilenmesi ve ‘halk-i cedîd’ (yeniden yaratılış) denir.” (s.21-22)
“Şehadet âleminin devamlı olarak var ve yok oluşu Allah’ın isimlerinin gereğidir. Zîra ilâhî isimler arasında muhalefet ve zıtlık mevcuttur. Allah’ın Kayyum, Hâlık, Mûcid,Muhyî ve Mübdî gibi isimleri varlıkların yani ‘mazhar’ların belirmesini gerektirirken; Kahhâr, Kâbız ve Mümît gibi isimleri de bu ‘mazhar’ların yok olmasını gerektirir. İşte bu karşılıklı ilahî isimler dolayısıyla bu âlemdeki mazharlar her anda bir var oluş ve yok oluş içinde, yani yeniden yaratılış içindedir. Şehadet âlemine izâfî varlık, imkânî varlık, nisbî varlık, itibarî varlık, kayıdlı varlık, gölge varlık, hayâlî varlık ve benzeri isimler verilmiştir. (…) Mutlak varlık bütün ilahî sıfat ve isimleriyle şehadet âlemine indikten sonra, O’nun en mükemmel tecellisi ‘büyük âlem’in özü/özeti olan ‘küçük âlem’de yani ‘insan’da / kâmil insanda vuku bulmuştur. (…) Âdem’in yaratılmasıyla âlem cilalı ve parlak bir ayna durumuna gelmiştir. ‘Âdem’de Hak kendi sûretini yani sıfat ve isimlerini en mükemmel şekilde müşahede eder. Fakat bu müşahede, uzaktan ve kendi varlığının haricinde bulunan bir şeye bakış gibi düşünülmemelidir. Zira bütün mertebeler ‘mutlak varlık’ın dışında olmadığı gibi, her bir mertebede tecellî ve zuhur eden de bu varlıktır. Bu müşahede Hakk’ın bütün zerrelerde Zâtı ile zuhur ve huzuru ile vuku bulan ‘zevkî’ bir müşahededir. (s.23)
Kâmil insan bütün ilahî isimlerden ibaret olan ‘ilâhî sûret’i kabule müsait bir taayyüne sahiptir. (…) (s.23)
A’yân-ı sâbite tabiri ‘ayn-ı sâbite’nin çoğul şeklidir. Buradaki ‘ayn’ kelimesiyle İbnü’l-Arabî hakikat, zât ve mahiyet manalarını, ‘sâbit’ kelimesiyle ise insan veya üçgenin mahiyetinin zihindeki varlığı gibi aklî ve zihnî bir varlığı kasdetmektedir. (s.26) (“Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık” başlıklı bölümden)
Biri gayb, diğeri şehadet olmak üzere Allah’ın iki tecellisi vardır. ‘Gayb tecellisi’ ile a’yân (aynlar / hakikatler) sabit oldu. Şehadet tecellîsi ile de bu sâbit hakikatler kevnî varlık ile giyinmiş oldu. (“Vahdet-i Vücûd Ve Gölge Varlık başlıklı bölüm, s.9)
Bâtılı, tavrında inkâr etme! Zîra o da Hakk’ın zuhurlarının bazısıdır. Ve o bâtıla kendinden o tecelli sûretinin miktarını Hakk’a ver. Tâ ki onun isbat hakkını kâmil kılasın. (Şuayb Fassından, s.21)
Bilinsin ki, fikrî nazar sahibi, Allah ehli indinde mu’teber değildir. Zîrâ , ‘müfekkire’ dediğimiz şey cismanî kuvveden (potansiyel) birisidir. Dolayısıyla o müfekkire üzerinde ba’zan vehim ve ba’zan da akıl tasarruf eder. Oysa iki mutasarrıfın hükmettiği bir mahalde intizam aramak abestir. (s.25)
Mesnevi’den tercüme: Ey pehlivan! Akıl şehvetin zıddıdır. Sen şehvet dokuyana akıl deme! Şehvet dilencisi olan kimseye vehim sahibi de! Vehim kalbdir; akılların altını ise hâlis nakddir. Vehim ile akıl miheksiz zahir olmaz. Çabuk her ikisini de mihek tarafına götür! Bu mihek de Kur’an-ı Kerîm’dir; ve Enbiya (aleyhimü’s-selâm)ın hâlidir. (s.26)
No Comments